Alıntı

diye başlamışla…

diye başlamışlar….

Kuvvetler ayrılığı ilkesinin mükemmel özeti

Biraz geç oldu ama, geçen haftanın rezaletlerinden birine dair bir not düşmem lâzım, bir kenarda bulunsun.

Başbakan müsteşarı (sonra İçişleri bakanı yapıldı) Efkan Ala ile BTK başkanı Tayfun Acarer telefonda konuşuyor. Bir gazetecinin web sitesinin kapatılmasını istiyor Ala. Acarer her şeye rağmen tereddütlü. Ala Acarer’i iknaya çalışmaktan bıkıyor, kestirip atıyor:

Ya kardeşim biz yasa yapan yeriz, gerekirse hangi yasa yapılıyorsa onu yapar, sizin yaptığınızı suç olmaktan çıkarırız. Merak etmeyin siz, anlatabildim mi? Koca %50 oy almış partinin idaresini söylüyorum ben, boş ver gerisi, siktir et afedersin. Hiç önemli değil.

Montesquieu’dan beri yazılmış binlerce cilt tumturaklı siyaset teorisi kitabı içinde, kuvvetler ayrılığının önemini bu kadar açık ve veciz biçimde, hem de siktir et gibi renkli bir ifadeyle anlatan bir cümle bulunabileceğinden şüpheliyim.

Ha, bir de aynı kişinin, “Derhal bu adam alınsın. Savcı birşey diyorsa savcıyı da alın.” diye bir talimatı da var valiye, tüy diken.

Örtbas edilen yolsuzlukları, kadrolaşmaları, polis şiddetini, insanları öldüren ve hesap vermeyen devlet görevlilerini, ruhu satın alınmış gazetecileri, hayatımızın zorbalıkla dinselleştirilmesini, doğanın pazarlanmasını, tarihin betonlanmasını, velhasıl son on yılda olup biten herşeyi anlamanın anahtarı, yukarıdaki birkaç cümlede saklı.

Ders kitaplarına girmesi lâzım bu mükemmel özetin.

montesquieu-legislativeandexecutive

Videolar:

Çocuk katili devlet

Sabahtan beri durup durup ağlıyorum. Zaten asabi adamım, şimdi hiç sakin makin olamayacağım, kimse kusura bakmasın.

Gezi eylemlerinde polisi dizginsizce vatandaşların üzerine saldırttılar, “önüne geleni indir” talimatı vererek. Ne kadın, ne çocuk, ne ihtiyarı gördü gözleri. Kafaları hedef alarak, sakatlamak için attılar gaz fişeklerini, öldürürlerse daha da iyiydi. Destan yazdılar(!).

3c5c62d0011fa15c83ca0ae3b75342cf
Berkin Elvan, 14 yaşında güler yüzlü bir çocuk, tam başından isabet aldı. Şimdi utanmazlar sürüsü soruyor “ne işi vardı dışarıda” diye. Evde ekmek bitmişti, annesi çıkacaktı bakkala da Berkin durdurmuştu. “Anne sen gazdan kaçamazsın, ben hızlı koşar, alır gelirim” demiş, çıkmıştı dışarı. Çıkış o çıkış. O gün bu gündür yoğun bakımda yatıyordu.

Daha dün gazetelere haber olmuştu, yoğun bakıma girdiğinde 45 kiloydu, şimdi 16 kiloya düştü diye. Delikanlı dayanamadı artık, bu sabah son nefesini verdi.

Ekmek yiyemiyorum bugün, boğazıma takılıyor.

“Ne işi vardı” diyenler geliyor aklıma. Utanmadan konuşuyorlar, hezeyanlarını görüyorum ekranımda. Karşımdalarmış gibi bağırmak istiyorum: Kimin dışarıda ne işi olduğu sizi ilgilendirmez. İsteyen gezer, isteyen gösteri yapar, isteyen ekmek alır.

Ne güzel iş. Siz istediğiniz zaman ortalığı ateşe verin, devlet terörü estirin, insanlar evlerinde ekmeksiz susuz sizin keyfinizi beklesin, dışarı çıkmasın.

Hadi çıkmasın, peki. Cizre’de evinin balkonunda (yukarıda yani!) başına gaz kapsülü gelerek ölen 18 aylık Mehmet bebek çıkmamıştı evinden. Onda da anneye kabahat buldunuz, niye balkona çıkmasına izin verdi diye.

Balkona çıkmayanların da pencerelerinden içeri atıyorsunuz gaz kapsüllerini. Sizin terörünüzden kurtuluş yok ki.

Aylar önce “çete misiniz devlet mi” diye sormuştum. Artık cevap açık seçik ortada: Kural tanımayan acımasız bir çetenin elinde bu ülke. Üç kuruşluk çıkarı için çocukları öldürmekten, sözde milli iradeyi temsil eden meclisiyle ülkenin hukuk sisteminin içine etmekten çekinmeyen bir “yürütme” var.

Polisin fiili görevi bu “yürütme”cilere koruma sağlamak. Asıl görevleri, yani bizim can güvenliğimiz kimsenin umurunda değil. Mahallemde devletin bir şeye kafası kızabilir, gazmış mermiymiş eline ne geçerse deli gibi her yere sıkabilir, ve sabah okula gönderdiğimiz evladımızı akşam ölmüş bulabiliriz. Ne diyecekler o zaman, “niye okula gönderdin” mi?

Yok, diyecekler ki, “devletin güvenliği ve bekası için”. Ne vahşetler, ne katliamlar örtüldü bu lafla yüzlerce yıldır. Oysa ki devletin bekası değildir asıl mesele; devlet bir şekilde devam eder. Gaddar, zalim hırsızların kendi bekalarıdır endişe ettikleri.

Ne faydası var bu devletin bekasının size, bana, Berkin’e? Canımızı korumakla görevli polis çocuklarımızı öldürüyor ve sırtı sıvazlanıyor. Ödediğimiz vergiler hırsızlara aktarılıyor. Parklarımız, ormanlarımız, derelerimiz yağmacılara hediye ediliyor. Konuşma ve haber alma özgürlüğümüz engelleniyor. Bu devlet olmasa ne olur yani, daha kötü bir durumda mı oluruz?

Varlığı çocukların kanının akmasına bağlı bir devlet baki kalmasın, hiç lâzım değil.

YÖK disiplin yönetmeliği değişti – her şey aynı

YÖK’ün disiplin yönetmeliği değiştirilmiş. Normalde böyle şeyler dikkatimden kaçar, ama “basına demeç verenler kamu görevinden atılacak” mealinde tweetler görünce merak edip baktım. İtiraf edeyim, ben de önce aynı tweetlerden attım, ama bakınca öyle birşey olmadığını gördüm.

Dün Resmi Gazete’de yayınlanan değişikliklere bu bağlantıdan ulaşabilirsiniz. Eski yönetmelik de YÖK’ün web sayfasında mevcut (ama yakında yeni düzenlemeyle değişecektir). Bu ikisini karşılaştırdığımda, “Bilimsel tartışma ve açıklamalar dışında, yetkili olmadığı halde basına, haber ajanslarına veya radyo ve televizyon kurumlarına resmi konularda bilgi veya demeç vermek” diye ifade edilen suçun(!) cezasının eski yönetmelikte kademe ilerlemesinin durdurulması iken, yeni yönetmelikte “sadece” kınama olduğunu gördüm.

Yani, Polyannacılık yapmak istiyorsak yeni bir yasak konmadığını, cezanın hafifletildiğini söyleyebiliriz. Öte yandan, benim gibi hiç bir şeyden memnun olmayan bir huysuz iseniz, üniversite hayatını düzenleyen bir kanunda bir akademisyenin ifade özgürlüğünü kısıtlayan bir maddenin bulunmasından bile rahatsız olabilirsiniz. Her halükarda ortadaki gerçek, bu eylemin kamu görevinden çıkarmakla cezalandırılmadığı.

(Ek: YÖK özellikle bu konuya dair bir basın açıklaması yayınladı. Diyor ki:

1982 yılında yapılmış bir düzenlemenin devamında niçin yarar görüldüğü sorusu akla gelebilir. Buradaki etken, düzenlemede herhangi bir yarar görülmesi yahut bu yasağın haklı bulunması değil, 657 sayılı devlet memurları kanunun amir hükümlerine uymak zorunluluğudur. Disiplin suç ve cezaları 2547 sayılı kanunda ve 657
sayılı kanunda düzenlendiği ve 2547 sayılı kanunda hüküm olmayan hallerde 657 sayılı
kanunun uygulanması bir zorunluluk olduğundan, 657 sayılı kanun ise bu tür eylemleri
yasaklayan bir kanun hükmü içerdiğinden (bkz. 657 sayılı kanun, m.125), böyle bir
düzenleme zaruri görülmüştür. Nitekim, bu yönetmelik düzenlemesi olmasa dahi aynı
eylemin öğretim elemanları ve memurlarca işlenmesi halinde zaten bu kanun hükmü
uygulanacağından yapılan değişiklik sadece yönetmeliğin kanuna uygun hale getirilmesi
şeklindedir

Madem zaten 657′deki hüküm uygulanacak, bu düzenleme gereksiz demektir, niye var? Bir ayıp eksilse olmaz mı? Üstelik, devlet memuru olmayan akademisyenler de bu yönetmeliğe tâbi, niye onlara da dayatılıyor aynı ceza?)

Aynı şekilde, “kamu görevinden çıkarma” cezası verilen durumların listesi de, iki değişiklik hariç, önceki yönetmelikle aynı.

En önemli değişiklik, intihal suçunun kamu görevinden çıkarmayla cezalandırılması. Bir süre önceki bir olaya yönelik bir düzenleme olduğunu sanıyorum. İntihal yaptığı için, eski YÖK yönetmeliğine uygun olarak öğretim üyeliğinden çıkarılma cezası verilen birisi idari dava açtı. Danıştay, böyle bir ceza tanımlı olmadığı için kararı bozdu (karar metni burada).

İstanbul Üniversitesi’nin konuyla ilgili iç yazışması geçen Aralık ayının başında internete sızınca, böyle şeyleri önemseyen küçük bir kesim içinde bu karar, biraz da sansasyonel bir biçimde, “intihal serbest bırakıldı” şeklinde sunuldu, ama asıl mesele yasaların özensiz hazırlanmasından doğan bir boşluk bulunmasıydı. Danıştay, intihali disiplin suçu olmaktan çıkarmamıştı. Yönetmelikteki yeni düzenleme bu boşluğu doldurmaya yönelik gibi görünüyor.

Ancak, yönetmeliğin çoğunlukla eski halinde kalması, her şey yolunda demek olmuyor. Kamu görevinden çıkarma cezası öngörülen eylemlere bakalım. Meselâ:

a- İdeolojik, siyasi, yıkıcı, bölücü amaçlarla eylemlerde bulunmak veya bu eylemleri desteklemek suretiyle kurumların huzur, sükun ve çalışma düzenini bozmak; boykot, işgal, engelleme, işi yavaşlatma ve grev gibi eylemlere katılmak ya da bu amaçlarla toplu olarak göreve gelmemek, bunları tahrik ve teşvik etmek, yardımda bulunmak

Hükümetin işine gelmeyen her şeye “ideolojik, siyasi” yaftasını yapıştırdığını biliyoruz. Bu maddeyle, herhangi bir şekilde muhalif bir ses çıkaran birisi işinden atılabilir.

Başbakan başörtüsü için “velev ki ideolojik, ne olmuş yani” demişti, ama başka ideolojik konularda bu kadar rahat ve geniş değil ne yazık ki.

Diyelim aşırı çalıştırılan ve sömürülen bir asistansınız, sesinizi duyurmak için kampüsünüzde protesto düzenlediniz. Öğrencisiniz, siyasi bir eylem yaptınız. Hocasınız, bu eylemleri desteklediniz, belki kapınıza bir poster astınız. Huzuru bozdunuz işte, güle güle.

Veya şu: “b- Yasaklanmış her türlü yayını veya siyasi veya ideolojik amaçlı bildiri, afiş, pankart, bant ve benzerlerini basmak, çoğaltmak, dağıtmak veya bunları iş yerine veya iş yerindeki eşya üzerine yazmak, resmetmek ve asmak, teşhir etmek veya sözlü ideolojik propaganda yapmak

Mesela benim ofis duvarımda Gezi direnişi yadigarı, TKP’nin “Boyun Eğme” afişi asılı. Bu yasaktı, değildi, tartışmak boş. Birileri emreder, mahkeme tak diye yasak ilan eder.

Diyelim ağzınızın ayarı kaçtı “bu neoliberal hükümet ülkeyi mahvetti” diye lafa başladınız, hop, ideolojik sözlü propaganda. Sayın muhbir arkadaşınız amirinize yetiştirdiği anda iş bitti.

Yönetmelikteki “amir”, “maiyet” lafları da birer diken gibi batıyor bana. Akademisyen emir mi alır da amiri olsun, emir mi verir de maiyeti olsun? Memur yasasından aktarılan “disiplin” yönetmeliği ve emir-komuta zihniyeti akademik düşünceye taban tabana zıt.

Amaan, sen de çok deşiyorsun, intihale ağır ceza vermişler işte, bu da bir gelişmedir” diyebilirsiniz. Ama intihal eskiden de disiplin suçuydu, kaç kişi intihalden soruşturuldu? Cim karnında nokta. Profesör Kayhan Kantarlı bu düzenlemenin intihali azaltmayacağını yazıyor, çünkü intihal düzenli olarak örtbas ediliyor, soruşturmalar engelleniyor.

Darbe döneminde, emir-komuta anlayışıyla hazırlanmış bir yönetmeliğe “sivil” hükümet tarafından neredeyse hiç dokunulmamış olması, intihale verilen cezanın artmasından duyduğum mutluluğu gölgeliyor.

Ha, unutmadan, yönetmelikte bir değişiklik daha var.

Eski yönetmelikte kamu görevinden çıkarma gerektiren fiillerden birinci madde “Cumhuriyetin niteliklerinden herhangi birini değiştirmeye veya ortadan kaldırmaya yönelik eylem yapmak; ideolojik, siyasi, yıkıcı, bölücü amaçlarla eylemlerde bulunmak…” diye başlarken, yeni yönetmelikte bu yok. Yukarıda verdiğim gibi, “İdeolojik, siyasi, yıkıcı, bölücü amaçlarla eylemlerde bulunmak…” diye başlıyor.

Cumhuriyetin her şeyine bayılmak zorunda değiliz. Her vatandaş elbette cumhuriyetin beğenmediği niteliklerini değiştirmek isteyebilir, bunun için eylem de yapabilir. Ama bütün diğer kısıtlamalar, “ideolojik”ler “siyasi”ler “yasak yayın”lar filan yerinde dururken bir tek bunu kaldırmak, nasıl demeli, biraz “manidar”!

Best of 2013

Bugün bitirdiğimiz yıl içinde bu bloga 36 yazı yazmışım. Tam listeyi “Bütün Yazılar” sayfasında görebilirsiniz. En çok okunan on yazı şöyle:

  1. Güneş başaşağı dönüyor, kaçın! (Yalansavar’da da yayınlandı)
  2. “Bize fizikçi, biyolog değil, pastacı lâzım”
  3. Şişme dergiler, yeniden
  4. İcat yapmak, ara elemanlar ve kalem efendileri
  5. Bayan Higgs, oğlunuz çok zeki ama çalışmıyor
  6. Çete misiniz devlet mi?
  7. “Evrimi tabii sansürleyeceğim, yukarıda Allah var”
  8. Direnme kuantum, teslim ol!
  9. Devlet bilim kitabı basmıyorsa ne yapmalı?
  10. Antropoloji, kafatasları, Atatürk

Bir de cesur entelektüel Miguel de Unamuno’yu anlattığım “Kazanabilirsiniz ama …“yı eklemek isterim.

Online bilim dergimiz Açık Bilim‘in çalışkan ve zeki ekibine ayak uydurmaya çalışırken oniki popüler bilim yazısı yazdım.

Yazdığım yazılardan üç tanesi eleştirel düşünce blogu Yalansavar‘da yayınlandı.

Bilimsel hesaplama ve Python programlama temalı PythonBilim bloguna başladım. Yazın Gezi direnişini takip etmekten, kışın da verdiğim derslerin yükü yüzünden istediğim derecede üzerinde duramadım ama yine de 28 yazı ekleyebilmişim.

Pek fena bir bilanço değil. Tek üzüntüm bu yıl orijinal bilimsel çalışma yapamayışım. Yeni yıldan dileklerim yarım duran bir projemi bitirebilmek, ödenek alabilirsem yeni bir projeye girişmek, ve PythonBilim’i kitaplaşmaya hazır olacak kadar ilerletebilmek.

Herkese gönlünce mutlu bir yıl dilerim. Yılınız şu güzellikte geçsin.

h8BA3FDB6

Bu yıl neler öğrendim

Yetişkin hayatımın şimdiye kadarki en ilginç yılının sonuna geldik. Gelecek yılın daha da ilginç olması muhtemel.

Bu yıl Gezi direnişi ve onun tetiklediği olaylarda çok şey öğrendim. Sürprizler yaşadım, bildiğimi sandığım şeyleri bilmediğimi farkettim. Buraya kısaca özetleyeyim.

Türk halkının en iyi halini gördüm. İnsanların bir kısmının ne kadar yürekli olduğunu, yobaz baskıya karşı nasıl ses yükseltebildiklerine şahit oldum. Nefretle saldıran polislerin karşısında gülerek duran özgür ruhluları, onlara evlerinin kapılarını açan insanları gördüm.

Asık suratlı, nemrut tiplere inat, gülmeyi bilen çok sayıda özgürlükçü genç olduğunu gördüm. Alay etmenin ve kahkaha atmanın ne kadar kuvvetli bir direniş aracı olduğunu öğrendim.

Türk halkının en kötü halini gördüm. Gözünün önündekine bakmak istemeyenlerin, liderlerine nasıl kayıtsız şartsız biat ettiğini gördüm. Böyle körleşmiş tiplerin kışkırtıldıklarında nasıl vahşet uygulayabileceklerine hep beraber şahit olduk.

Din iman laflarıyla, aklıselim sahibi olmayanların nasıl kolay kandırılabileceğini, apaçık cinayetlerin, hırsızlıkların bile haklı gösterilebileceğini yaşayarak öğrendim.

“Tehlikenin farkında mısınız?” diyenlerin paranoyak olmadığını idrak ettim. Askerci baskıdan haklı olarak bunalanlar eski sistemi yok eden AKPnin demokrat olduğunu samimi olarak düşünmüş olabilirler, ama RTE’nin bunu demokrasi için değil, kendi diktasını kurmak önündeki engelleri kaldırmak için yaptığını anladım.

“Kalkınmış ülkeler yobaz olmaz, zengin toplumlar muhakkak demokratlaşırlar” iddiasına inanırdım ve savunurdum. Tamamen yanılmışım. Hoş, yanıldığımı anlamak için Arap ülkelerine bakmak yeterli olurdu.

Dinci grupların içiçe geçmiş simbiyotik ilişki içinde olduğunu zannediyorduk. Aralarında çıkar çatışması olduğunu şaşırarak öğrendik. Sadece biz laik beyaz Türkler değildi şaşıran. AKPliler devlet içinde Gülencilerin yerleşmiş olduğunu öğrenerek şaşırdı (!), Gülenciler de AKPlilerin yolsuzluk yaptığını yeni farketti (!).

1930′lar Almanya’sının ortamını daha iyi anlamaya başladım. Göbbels tarzı propaganda, her suçu dış güçlere, faiz lobisine, içimizdeki hainlere bağlamak, ve bütün halkın sesi olduğunu iddia etmek, kısaca totaliterlik. Mesela, 30 Ocak 1940′da Hitler şöyle konuşmuştu:

Uluslararası finans kartelleri ulusumuzu yıllar boyunca acımasızca ezdi. Müttefik devlet adamları da kalplerini sürekli onlara yakın tuttular.

Ben kimim ki?! Sizin haklarınızın sesi olmaktan başka! Ey Alman Halkı, haklarınızın sesi! Millet bana güvendi! Ve ben bu güvene layık olduğumu ispat edeceğim! Dikkatleri bana ve etrafımdakilere çekmektense, geçmiş ve geleceğe çekmeyi umuyorum. Geçmişte olduğu gibi gelecekte de Alman halkı ile birlikte onurlu bir şekilde ayakta durmak istiyorum. Bugünün nesli Almanya’nın kaderinin taşıyıcısıdır; Almanya’nın geleceği yada yok oluşu. Düşmanlarımız haykırıyorlar: “Almanya yok olmalı!” Almanya tek bir cevap vermeli: Almanya yaşayacak ve Almanya bunun için kazanacak!  Asla TESLİM OLMAYACAĞIZ.

(İngilizce tam metin burada)

Gezi direnişinden sonra paniğe kapılan başbakanın baskı dozunu iyice artırmasıyla, aklı başında görünmek isteyen hiç kimse artık onu savunamaz oldu. Siyasi islamın gerçek yüzünü gördüm. “Saygı” kılıfı altında her türlü eleştiri bastırılmaya çalışıldı. İnsanların ne yiyip içtiklerine, kiminle aynı evi paylaştıklarına karışıldı. Ateistçe tweet atanlara hapis cezaları verildi. Eli sopalı linç güruhları teşvik edildi. Örtünme özgürlüğü isteyenlerin, örtünmeme özgürlüğüne saygı duymayan ikiyüzlüler oldukları açığa çıktı. İslami bir rejimin olduğu yerde bireysel hakların, dolayısıyla demokrasinin yaşama şansı olmadığını gördüm.

Sahici laikliğin, yani devletin hiç bir dini örgütle ilişkisi olmamasının neden çok önemli olduğunu anladım. Dini devlet kontrolünde tutmak gibi manasız bir amaçla kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, devletle dini birleştiren bir yapı haline gelebildiğini gördüm.

Yobazlık ve mutaassıplığın bu devirde hâlâ bu kadar güçlü olmasına bakarak, 1920′ler Türkiye’sinin nasıl bir karanlığın içinde olduğunu hayal etmeye çalıştım. Atatürk’ün cesaretini ve gücünü takdir ettim ve dinin siyasi gücünü zapturapt altına almakta haklı olduğunu düşünmeye başladım.

Siyaset teorisinde çoğumuz için havada kalan bazı kavramların önemini, gayet pratik uygulamalarda yaşayarak öğrendik. Meselâ, demokrasilerde hesap sormanın neden seçimden seçime olmaması gerektiğini anladık. Yolsuzluk, rüşvet, kayırmacılık, cinayete azmettirme, nefret söylemi gibi akılalmaz suçları defalarca işleyen bir hükümetin popülist laflarla ve sandık oyunlarıyla seçim kazanmasının mümkün olduğunu gördük zira.

Kuvvetler ayrılığı ile kontrol ve denge mekanizmaları terimleri, yakın zamana kadar çok üzerinde durmadığım kavramlardı. Bu yıl içinde bu siyasi kavramların ne kadar önemli olduğunu anladım. Kuvvetler ayrılığı olmazsa, iktidarı ele geçirenlerin kendilerini kayıtsız şartsız imparator ilan edebildiklerini yaşayarak gördüm.

Gelişmiş demokrasiye sahip ülkelerin daha önce acı tecrübelerle çıkardığı dersler hep bunlar. Demek ki taşıma bilgiyle olmuyormuş, her toplumun kendisi tecrübe etmesi gerekiyormuş.

Şu anda içinde bulunduğumuz hayhuydan ne çıkar bilemiyorum. Ama sonunda demokratik bir toplum kurmak istiyorsak temelden bir dönüşüm şart gibi geliyor bana. Son on yılın tecrübelerinden yararlanarak yeni bir anayasa yazmak gerekiyor. Bireysel özgürlüklerin, tam anlamıyla laikliğin, kurumsal özerkliklerin ve kuvvetler ayrılığının garanti altına alınması, yani siyasi sisteme format atılması gerekiyor. İçinde bulunduğumuz bu antidemokratik yapı tamamen sökülmeli ki, bir diktatörün yerine bir başkası geçmesin.

Önümüzdeki yıllarda bu dersleri kullanarak, herkesin mutluluğunun sağlanabildiği, daha özgür bir ülke yaratabilmemizi dilerim.

Kafası karışık siyasi yazı

Bu yıl epeyce çok sayıda siyasi yazı yazmışım. Memleket siyasi çalkantı içindeyken başka şey yazası gelmiyor insanın. Ama elbette ben siyaset uzmanı değilim, olayların iç yüzünü yakından takip eden bir gazeteci de değilim. Sosyal medyadan ve bağımsız haber kaynaklarından okuduklarımdan bir anlam çıkarmaya çalışıyorum sadece.

Benden daha isabetli ve derinlikli tespitler yapan birçok insan varken ben niye yazıyorum ki? İbrahim’in atıldığı ateşe gagasıyla su taşıyan serçeyle aynı sebepten: “Ben de biliyorum ateşin bu kadarcık suyla sönmeyeceğini, ama tarafım belli olsun.”

Bu kadarı bile bir erdem bence. Bir yığın tumturaklı adam taraflarını belli etmeme gayretiyle yaşıyor, dümenlerini kazanana doğru kırabilmek için. Neyse ki birkaç manevradan sonra herkes onları tanıyor.


Hiç beklenmedik zamanlarda beklenmedik şeyler oluveriyor. Bizim kesimimizdeki insanlar AKP ile Fethullah Gülen cemaati arasında hiç bir fark görmüyordu. İkisi de dinci grup, aynı kumaşın laciverdi deyip geçiyorduk. Bir baktık ki birbirlerine düştüler, dün ak dediklerine bugün kara demeye başladılar. İnternetin kollektif belleği sağolsun, her iki tarafın da iki yüzlülüğünü hemen görebildik.

AKP’nin gırtlağına kadar yolsuzluğa battığını duyuyorduk. Cemaatin de devlet içinde örgütlendiğini duyuyorduk. Ama kuvvetler ayrılığı yokedildiği için, yargı kurumu cenderee alındığı için, şimdiye kadar bu konuda hiç bir şey yapılmıyordu, durumu söyleyenler ise hapse atılıyordu. Şimdiye kadar birbirine toz kondurmuyorlardı, ama şimdi bakıyoruz, ikisine göre diğer taraf şeytanın dünyadaki gölgesi.

AKP ve başbakan, “paralel devlet” diye konuşuyor. Çok doğru. Ama onbir senedir o paralel devleti besleyip büyüten sen değil miydin? Cemaat kontrolündeki polisin, askerlere karşı bir paralel ordu oluşturması işine geliyordu o zaman.

Cemaate dahil olduğundan hiç şüphe olmayan savcılar ve gazeteler yolsuzluklardan bahsediyor. O da çok doğru. Ama bu savaş açılmadan önceki yolsuzlukları neden soruşturmadınız? Kankalık zamanındaki hırsızlıkları görmezden gelirsen, öküz öldükten sonra yapılan “tüyü bitmemiş yetim” edebiyatı kimseyi kandırmaz.

Başbakan ve AKPliler “masumiyet karinesi”nden bahsediyorlar. Pek doğru. Ama işlerine gelen durumlarda o masumiyet karinesini işletmemişlerdi. Balyoz ve Ergenekon davalarında ipe sapa gelmez olduğu anlaşılan delillerle mahkumiyet kararı verildiğinde hukukun işleyişinden şikayetleri yoktu. Sivas katliamı davası zaman aşımından düştüğünde “Hayırlı olsun” diyen başbakan şimdi adliyeden şikayet etmesin.

Savcılar hükümetin mahkemelere müdahale ettiğini söylüyor. O da doğru, hatta hepimizi etkileyen bir rezillik olduğu için hep beraber karşı çıkmalıyız. Ama bu, cemaatin istediği davalarla sınırlı olmamalı. Hükümet son yıllarda yargı bağımsızlığının gırtlağını sıkarken cemaatten buna karşı bir ses çıktı mı bilmiyorum.

Ne düşüneceğimizi, neye inanacağımızı şaşırmış bir haldeyiz. Gördüğüm en iyi tavsiyeyi dün Ruşen Çakır yazmış.

Soru malum: Bu savaşta hangi tarafı tutmalıyız? Bu soruya muhatap olduğumda genellikle başlıktaki soruyla cevap veriyorum: Bu savaşta taraf tutmak zorunda mıyız? Ardından “böylesi bir savaşta taraf olmasanız da olur, hatta böylesi daha iyi olur” diyorum. Çünkü:
1) Bu bir iktidar mücadelesi. Eğer iktidardan pay almak istiyorsanız bir tarafı seçmeniz gerekebilir, ama böyle bir derdiniz yoksa bütün taraflarla aranıza mesafe koymak daha iyi olabilir.
2) İki taraf da bunun bir iktidar mücadelesi olduğu gerçeğini örtüp bizi aslında “milli iradeyi savunmak” veya “yolsuzlukla mücadele etmek” istediklerine ikna etmek istiyor.
3) Böylesi bir savaştan kimsenin galip çıkma imkanı yok. Belki de kimin daha çok ve daha az kaybettiğine bakmamız gerekecek. Ama daha vahimi, Cemaat ve hükümetin birbirlerini tüketmesiyle Türkiye’nin önünün açılacağının garantisi yok, çünkü ortada alternatif olma potansiyeli taşıyan üçüncü bir güç bulunmuyor.

Yolsuzluk iddialarını ciddiye alacak kadar AKP’yi, “devlet içinde devlet” iddialarını ciddiye alacak kadar da Cemaat’i tanıdığımı düşünüyorum. Bu nedenle Cemaat kontrolündeki “devlet içindeki devlet” yapılanmasını tasfiye ettiği ölçüde hükümete, yolsuzlukla mücadele ettiği ölçüde yargıya (dolayısıyla Cemaat’e) destek olmanın bir sakıncası bence yok.

Üçüncü tespit beni çok kederlendiriyor, ama burası Türkiye, beş dakikada değişir bütün işler, beklenmedik bir seçenek yine çıkabilir.

Bayan Higgs, oğlunuz çok zeki ama çalışmıyor

Duymayan kalmamıştır, bu yılın Nobel Fizik ödülü İskoç fizikçi Peter Higgs’e gitti. Higgs’in yaptığı işin önemi çok büyük. Ayrıntılar için Açık Bilim’deki şu yazıya bakabilirsiniz.

higgs_postcard

Cuma günü The Guardian, Higgs’le yaptığı bir röportajı yayınladı. Higgs diyor ki:

Bugün olsa akademik bir iş bulamazdım. Bu kadar basit. Yeterince üretken bulunmazdım sanırım.

Araştırmaların değerlendirilmesi sırasında bölüm için bir utanç kaynağı olurdum. “Lütfen son yayınlarınızın listesini verin” diyen bir yazı bölümde dolaşırdı. Ben de “yok” yazar geri gönderirdim.

Meslek birliklerine üye olup üniversite idarecileri ile çatışması da buna eklenince, Higgs aslında çok önceden işten atılabileceğini, ama 1980′de Nobel alacağı dedikodularının çıkmasıyla kurtulduğunu söylüyor. Daha sonra öğrendiğine göre dekan “bekleyelim bakalım, Nobel’i almazsa istediğimiz zaman atarız nasılsa” diyesiymiş.

Bu hikaye, bugünün “performans odaklı”, makale ve atıf sayılarına dayanan bilim yapma usulünden şikayet eden bizlere çok sempatik geliyor elbette. Tonton, idealist, solcu bilimci kötü idarecilere karşı. Düşünsenize, temel fiziğe olağanüstü bir katkı yaparak Nobel almış birisi bile akademik performans yüzünden idarecilerle karşı karşıya gelebiliyor.

Bakalım bu göründüğü gibi siyah beyaz bir hikaye mi sahiden?

Higgs’in bilimsel yayınlarına baktığımızda 1966′ya kadar gayet üretken olduğunu görüyoruz. Nobel almasını sağlayan makale 1964′de yayınlanmış. Ancak 1966′dan, emekli olduğu 1996′ya kadar sadece bir orijinal araştırma makalesi var, o da 1979′da yayınlanmış. (Gördüğünüz diğer yayınlar orijinal çalışma değil)

Otuz yıl içinde sadece bir yayın yapan birisinin “yeterince üretken bulunmaması” bence olağanüstü nazik bir ifade.

Higgs, ne parçacık fiziğinde, ne de doktora konusu olan molekül fiziğinde yeni gelişmeleri takip edemediğini, bu konuda “temel bir beceriksizliği” olduğunu söyleyecek kadar dürüst. Elli yıldır yayın yapmamaktan rahatsız değil. Seksenini geçmiş bir adamın artık böyle şeylere kafayı takmaması da normal zaten. Yılları geriye saracak hali yok kimsenin.

Ancak, “akademik özgürlük” adına böyle bir tavrın yüceltilmesi çok yanlış olur. Bir bilimci bilgi üretmelidir. Bu kadar zeki bir adamın yavaş veya hızlı, küçük veya büyük, şu veya bu alanda düzenli olarak çalışması mümkün değil miydi? Ders kitapları yazamaz mıydı?

Nobel laneti diye birşey vardır, Nobel ödülü alanların bilimsel işleri bırakmalarını betimler. Belki yapılacak her şeyi yapmış olma ruh hali, veya Nobellik işlerini aşacak bir çalışma yapmaya çalışmak yüzündendir. Higgs Nobel’i o zaman almadı elbet, ama 1964′deki yayınları ile şöhret kazandı, ödüller aldı. Belki de bu rahatlık yüzünden emekliliğine kadar birşey yapmadı.

Bilimcilerin istedikleri konuda, istedikleri tempoda çalışmalarına izin verilmesi esastır tabii. Ama hiç bir şey üzerinde çalışmayan, gençliğindeki başarılarının üzerine yatıp bilime katkıda bulunma görevini yerine getirmeyen birisini örnek almak doğru olmaz.

Buna karşılık, Andrew Wiles örneğini düşünün. Fermat’nın son teoremini ispatlamak için, başka bir şeye bakmadan altı yıl çalıştı. Üzerinde hızlı yayın baskısı olsaydı bu işi başaramazdı. Ama Higgs’in durumu böyle değil; kariyerinin çoğunda bilimsel araştırma yapmamış. Bence sadece bu devirde değil, o devirde de akademik bir görevi haketmiyormuş, hele Edinburgh gibi bir üniversitede.

Röportajda, Higgs’e bir kürsü verilmemesinin sebebinin bazı konularda idareye direnmesi olduğu iddia ediliyor. Belki öyledir, ama otuz senede tek bir yayın yapıp kürsü sahibi olan başkası var mı, bakmak lâzım.

Higgs’e sempatiyle bakıyor olabilirsiniz. Şunu düşünün: Nobel almasaydı da onun bu boşvermişliğini onaylayacak mıydınız?

Yayın yapma baskısı ifratına karşı, bilgi üretmeden ömrünü geçirme tefritini kabul edemiyorum. 15 saat ders verip yine de yayın yapabilen insanlar tanıyorum. Olağanüstü zeki ve üretken olup, kırk yaşında hâlâ kalıcı bir iş bulması mümkün olmamış bilimciler tanıyorum. Bahanesi ne olursa olsun, otuz sene bilimsel iş yapmamanın “ama bak Nobel aldı” diye yüceltilmesi her şeyden önce bu insanlara haksızlık.

Türkler uzayda!

Farkettiniz mi bilmem, iktidar ağzında bir “uzay”, “uzay gemisi” lafı dönüp duruyor.

Birkaç ay önce ekonomi bakanı Zafer Çağlayan, “lobiciler, bankacılar, 28 Şubat, 27 Nisan olmasaydı bugün uzay gemisi yapardık” dedi.

uzay1Geçen hafta AKP “terör olmasaydı” hashtagiyle görseller yayınladı. Bunlardan birine göre “terör olmasaydı 12 adet NASA uzay üssü inşa edilebilirdi“.

uzay2Yani, uzaya gitmek için paradan başka birşeye ihtiyaç yok. Lobiler, itaatsiz Gezi’ciler, teröristler önümüzü kesmese parayı biriktirip uzaya gidecektik. Parasını bastırdın mı her türlü bilgi ve beceri kafana hüüp diye doluverir zaten, insan yetiştirmeye hiç gerek yok.

Geçen hafta Trabzon’da bir spor kompleksi açıldı. Gazetelerde manşet: “Trabzon’da uzay üssü!” Adamlar uzay üssünü sensörlü kapılar, otomatik mekanizmalar filanla bağdaştırmış, ötesi yok.

uzay4Açılışta Erdoğan yine lafı bir şekilde uzaya getirmiş: “Başörtüsüne gericilik dediler. Şimdi soruyorum sizlere, bunlar uzaya mekik gönderdiler de başörtüsünün ucuna mı takıldı? Hızlı tren yaptılar da başörtüsü bu treni raydan mı çıkardı? Marmaray inşa ettiler de başörtüsü tüneli mi tıkadı? Şimdi uzaya kendi uydularımızı gönderiyoruz, hamdolsun başörtüsü kuyruğuna takılmadı.

uzay3Bahsettiği çok iyi oldu, hatırladık: 2004′de yetersiz hazırlıkla çalıştırılan hızlı tren raydan çıkmış, 41 kişi ölmüştü. Sonunda dava, zaman aşımından düştü ve sorumlular cezasız kaldı. AKP iktidarında bu treni raydan başörtüsü çıkarmadığına göre, erkekli-kızlı oturanlar mı çıkardı?

Marmaray’ı siyasi şov için acele acele açtırdı. Hazır olmadığı hemen ertesi gün belli oldu, defalarca elektrikler kesildi, arıza yaptı. Dualarla açtıkları bu tüneli kim tıkadı, gece 22:00′den sonra içki içenler mi, dekolte giyenler mi?

Göktürk-2 uydusu ile ne kadar övünebileceği de şüpheli. Uydunun üretiminde aktif olarak çalışmış bir araştırmacıdan şunları öğreniyoruz: Proje 1998′de başladı, 2000′lerin ilk yarısında TÜBİTAK’ın yaşadığı çalkantılara rağmen devam etti. 2011′de ise tepeden inme değişiklikler yapıldı. Yıllarca BİLSAT, RASAT ve Göktürk projelerinde tecrübe biriktirmiş ekip üyeleri yıldırma ve korkutmayla dağıtıldı, yerlerine konuya uzak ama iktidara yakın kişiler geldi.

Evet, Göktürk-2 başörtüsüne takılmadı, ama zor bela birikmiş know-how’un partizan kadrolaşma uğruna yokedildiği doğruysa, bundan sonraki uydular başörtüsüne takılmış olabilir.


Türkiye devletinde bir sonradan görmelik, bir hacıağa kafası hüküm sürüyor. Kafasına yatmayan şeyleri “yok size para” diye engellemeye çalıştığı gibi, imrendiği şeyleri de “parası neyse veririz“le elde edebileceğini zannediyor.

Ama bazı şeyleri elde etmeye para yetmez. Para vererek iyi bir eş veya ebeveyn olamazsınız meselâ. Bilgi sahibi olmak da sadece parayla olmaz. Masrafı neyse verip binlerce kitap alabilirsiniz, ama sonra onları okumanız gerekir.

Keza uzaya gitmek, dünyayı keşfetmek, hastalıklara çare bulmak, yeni malzemeler üretmek, yeni buluşlar yapmak, “al şu parayı” diye çocuğu bakkala göndermeye benzemez. Önce, insanları hazırlamalısınız. Bunun için de temel bilimler, sanat, felsefe, edebiyat, tarih ile yoğrulmuş dört başı mamur bir kültürünüz olmalı. Ara elemanlarla olmaz o iş, kalem efendileri lâzım.

Çok iyi matematikçileri, romancıları, heykeltraşları, dilbilimcileri bulunmayıp uzaya gidebilen, ilaç üretebilen bir tek toplum yoktur. Bu bir bileşik kaplar meselesidir. Ya hepsi, ya hiçbiri.

“Genel ahlaka uymayan” tiyatrolara devlet teşvikini kesmek veya imamları eğitim kadrolarına atamak ile teknolojik inovasyon yapamamak arasında çok yakın ilişkiler vardır. Volkanik takımadalar gibi dışarıdan ayrı da gözükseler, dipten birbirlerine bağlıdırlar. Kafayı suya daldıran görür.


Olmasına olur aslında; verirsiniz milyonlarca doları, uzay mekiğinin sonraki uçuşuna yancı bir Türk pilot bindirirsiniz. Ciddi bir görev vermezler, yukarıya çıkınca göğsünde Türk bayrağıyla poz verir, sonra seccadesini çıkarıp dünyaya doğru iki rekât namaz kılar, dönünce de “feza fatihi” diye karşılanır. Hatta belki elinden tutup aya bile götürürler. Bu turistik geziler ülkeye hiç bir uzay becerisi katmaz, ama küçük dünyanızda kendinizi birşey sanarak gururlanırsınız.

400px-Turist_Ömer_Uzay_YolundaBu arada, uzay bilimi ve teknolojisini sıfırdan kurmuş olan ülkeler hem bilgilerini hem de zenginliklerini artırmaya devam ederler. Mesela uzaydaki göktaşlarını devşirerek ucuz maden elde ederler. Sizin, eşi bulunmaz doğanızı tahrip ederek çıkardığınız madenler bunlarla rekabet edemez, elinizde kalır. Mirasyedi gibi harcadığınız bir ülkede, niteliksiz iş gücünüzle başbaşa kalır, şanlı ecdadınızın bir zamanlar gâvuru nasıl titrettiğinin masallarını anlatarak avunursunuz.

Ha, ama çok güzel pasta yersiniz. Hani fizikçi yerine yetiştirdiğiniz pastacılar vardı ya, onlar sayesinde.

Güneş başaşağı dönüyor, kaçın!

Gazetelerdeki pespaye bilim haberlerine alıştık, ama geçen hafta öyle bir haber çıktı ki şapkamı uçurdu. Bilim-Bilmiyim‘e rakip olma niyetim yok ama Aysu’nun her saçmalığa yetişmesi mümkün değil nasılsa, bu da benden bir yorum olsun.

HaberTürk’te yayınlanan Esra Serim imzalı haberin başlığı “NASA’nın açıklaması ortalığı karıştırdı! Felaket senaryosu!” Radikal ise haberi kopyalarken daha mutedil bir başlık tercih etmiş: “Güneş bir kaç hafta içinde ters mi dönecek? NASA, Güneş’in ters kutuplaşma nedeniyle birkaç hafta içinde ters döneceğini duyurması astronomlar ve astrologlar arasında tartışma yarattı.

Haberin hazırlanmasındaki derin bilgisizlik ve idraksizlik, daha ilk paragrafta kendini belli ediyor. “NASA, Güneş‘in manyetik alanındaki ters kutuplaşma nedeniyle birkaç hafta içinde baş aşağı döneceğini duyurdu. Bu olayın güneş sistemi boyunca dalgalanma etkileri yaratacağı belirtildi. Kulağa bir doğal felaket gibi gelen bu senaryo nedeniyle birçok kişi paniğe kapıldı. Uzmanlarsa konuya farklı bakış açılarıyla yaklaştı. İki farklı görüşü dillendiren uzmanlar NASA‘nın “Güneş baş aşağı dönecek” açıklamasını yorumladı…

İlk cümle Güneş’in başaşağı döneceğini söylüyor, böyle birşey fiziken sadece kozmik bir felaket ile, mesela Güneşe başka bir yıldızın çarpması ile mümkün, o da belki. Aslında olan şey Güneş’in manyetik kutuplarının yer değiştirmesi. Yazan ya olayı anlamamış, ya da Türkçesi o kadar bozuk ki adam gibi ifade edememiş.

NASA’nın bu konudaki duyurusunu gören birisi, bunun bir doğal felaket filan olmadığını da aynı duyuruda okumuş olmalı. Uzman görüşü de o duyuruda verilmiş zaten.

“Paniğe kapılan birçok kişi” kim, neredeler, panikle ne yapmışlar, bilgi yok.

Haberin asıl bombası “uzman” olarak görüşü alınanlar. Onlara birazdan geleceğim, ama önce olan biten nedir anlayalım:

Güneş kocaman bir gaz topu olarak bilinir, ama aslında bir plazma topudur. Aşırı sıcaklık sebebiyle atomlar elektronlarını kaybeder ve elektronlarla protonların ayrı ayrı bulunduğu, plazma adı verilen bir akışkan oluştururlar. Elektrik yüklü bu serbest parçacıklar içlerinde bulundukları manyetik alanlarla beraber hareket ederler; bir yandan da manyetik alan plazma akışına uyarak değişir ve dönüşür. Güneşin bu dinamik davranışı, manyetik alanın zamanla değişmesine sebep olur.

Güneş değişken bir yıldızdır; ışıması ve manyetik özellikleri çeşitli periyotlarda değişir. Bunlardan en baskın olanı 11 yıllık Güneş döngüsüdür. 19. yüzyılda keşfedilen bu döngü, daha önceki yüz yıllık Güneş lekeleri gözlemine dayanıyordu: Bazı yıllarda Güneşin yüzeyi bembeyaz görünürken, bazı yıllarda çeşitli boylarda serpiştirilmiş siyah lekeler ortaya çıkmaya başlıyordu. Bu lekeler sabit kalmıyor, birkaç haftada kayboluyor, beşka yerlerde yenileri çıkıyordu. Lekelerin onbir yıllık düzenli aralıklarla artıp azaldığı keşfedildi.

Yakın zamandaki gözlemler, bu lekelerin manyetik alanlarla yakından ilgili olduğunu gösterdi. Manyetik alan çizgileri lekelerin olduğu konumdan Güneş yüzeyine dik olarak çıkıyor, yakınındaki bir lekeden de içeri doğru giriyor. Bu manyetik alan “tüpü”, içindeki plazmayı dışarıdaki ortamdan biraz da olsa yalıtıyor; içerisi çevreye göre daha az sıcak olduğundan koyu renkli bir leke olarak görülüyor.

Yukarıdaki karmaşıklıktan, aktif dönemde Güneşin manyetik alanının nasıl bir arapsaçı olduğunu görüyorsunuz. Güneşin kendi etrafında dönüşü ve sıcak plazmanın konveksiyonu manyetik alanı “dinamo etkisi” denen mekanizmayla kuvvetlendiriyor. Manyetik alanın yönlendirdiği plazma akışı, manyetik alanın kendisinin de değişmesine sebep oluyor.

Güneşin manyetik alanının yön değiştirmesi de bu onbir yıllık döngünün bir parçası. Güneş lekelerinin azami seviyeye çıktığı dönemde Güneşin manyetik kuzey kutbu güneye, güney kutbu da kuzeye dönüyor. Yanlışlık olmasın; Güneşin dönme ekseninde hiç bir değişiklik olmuyor. Güneş yine bizim bakış açımızla batıdan doğuya dönmeye devam ediyor. Değişen sadece manyetik kutuplar.

Yani, yeni bir şey yok. Aynısı 2001, 1989, 1979, vs. yıllarında da olmuştu, farkına bile varmadık, 2023-2025 arasında yine olacak. Her kimin kulağına “doğal felaket” gibi geldiyse, kulağını muayene ettirsin.

Bir dinamik sistem olarak bakarsak, aktif (bol lekeli) dönemin, iki manyetik durum arasındaki “fırtınalı” geçiş süreci olduğunu düşünebiliriz. Bir kere geçiş tamamlanınca, birkaç sakin yıl boyunca istikrarsızlık birikiyor ve lekeler yine başlıyor.

Güneşin, ışık vermenin ötesinde, Dünyaya etki yaptığı biliniyor. Meselâ güneş patlamaları ile saçılan plazma, X-ışını fışkırmaları, ve saire. Manyetik alanın ters dönmesinin Dünyaya etkisi olmaz mı? Hayır, çünkü güneş patlamaları tersinmeden önce de oluyordu, sonrasında da bir süre devam edecek.

Peki manyetik alandaki değişim? Birincisi, doğada bulunmayan çok şiddetli manyetik alanlar bile hayatımızı etkilemez. İkincisi, Güneşin manyetik alanı plazma akışı ile beraber gelir, o da Dünyanın alanı tarafından yanlara yönlendirilir, bize ulaşmaz.

Ayağımızı yere sağlamca bastığımıza göre, habere dönelim.

Yazının giriş kısmı bir şeye benzemiyordu ama uzman diye konuşturulanların söyledikleri bin beter. Üçü yıldız falcısı olmak üzere dört sahtebilimciye başvurulmuş. Bunların yanısıra sadece iki akademisyenden görüş alınmış, onlar da haliyle önemli bir durum olmadığını söylemişler. Buna rağmen muhabir, utanmadan, “uzmanlar” arasında farklı görüşler bulunduğunu yazmış.

Uzay konusunda bilim haberi yaparken falcılardan görüş alabilen, dahası onların görüşünün bilimcilere denk olduğunu düşünen cahiller gazetelerde muhabirlik yapıyor.

Bunlardan birisi “uzman astrolog”muş, düzünden ne farkı var bilmem. Belki “diğerleri astrolog ama ben has astrologum” diyordur; has-trolog diye kısaltabiliriz. Yorumu: “Güneşteki dalgalanmaların insanlar üzerinde çok etkili olduğu artık kanıtlanmış bir durum. Bu olay her 11 yılda bir oluyor. Güneş’in baş aşağı dönecek olması insanları etkileyebilir. İnsanların önümüzdeki haftalarda çok dikkatli olması gerekiyor. Bu durum nedeniyle doğa felaketlerinin artacağını düşünüyorum.

Güneş dalgalanmalarının insanlar üzerinde etkisi yok, palavra (aşırı durumlarda uyduları bozup, kuzeye yakın bölgelerdeki elektrik şebekelerinde etkili olabiliyorlar, hepsi o). Falcı “güneşin başaşağı dönecek olması” dediğine göre olayı anlamamış (muhabir doğru aktarmamış da olabilir elbet), ama “etkileyebilir” diyerek işi sağlama bağlamış. Hiç bir şey olmazsa “e ben etkileyebilir demiştim sadece” der çıkar işin içinden.

Doğa felaketlerinin artacağını söylemek epey cesurca. Yer ve zaman bildirmeyi geçtim, bari ne gibi felaketler olacağını söyleseydi.

Sonraki iki falcı, uzman falcının eksikliğini gideriyorlar, o yüzden onlara da has-trolog ünvanını yakıştırsak yeridir. Biri diyor ki: “Bu olayın; aşırı iklim ve sıcaklık değişimleri, kuraklık ve sel baskınları, depremler ve volkan aktiviteleri, tsunamiler gibi doğal afetlerle, anormal hava koşullarıyla ilişkili olduğu, insan sağlığını etkilediği ve hatta kazaların artışıyla ilişkili olduğu yönünde çalışmalar var. Böylesi dönemlerde insan ilişkilerinde huzursuzluklar, psikolojik bozukluklar ve sağlık sorunlarında artış yaşanıyor.”

Hey yavrum hey, kısaca kıyamet kopuyor desene, hem de onbir yılda bir.

Sonuncu falcı iyice fantaziye bağlamış (dil bozuklukları haberin orijinal metninden): “Salgın hastalıklar da artış, Hindistan ve Asya başta olmak üzere tüm dünyada yaşanacak. Şiddetli yağmurlar, tsunamiler, iklim değişiklileri ve Mayaların kehanetini doğrulayan güneş patlamalarının jeomanyetik yansımaları, uydularla iletişim sistemleri üzerinde ciddi problemler yaşamımıza neden olabilir. Pekçok ülkede siber saldırılar, nükleer silahların yaratacağı travmatik olaylar, güç ve iktidar hırsının acı sonuçları yine bu dönemin sancılı etkileri arasında

Uydur uydur söyle. Hem de iklim değişiklikleri! İklimin yıldan yıla değişen bir şey olduğunu sanıyorlar herhalde. Dedikleri şeyler her yıl zaten oluyor. 2001, 1989, 1979 ve önceki ters dönmelerde bu felaketlerin daha sık olduğunu gösterseler daha inandırıcı olurdu.

Parantez içinde ekleyeyim: Güneşin değişkenliği ile Dünya’nın iklimi arasında bir bağ olduğu düşünülüyor, ama varsa bile çok uzun vadeli bir ilişki bu. Onbir yıllık bir iklim döngüsü mevcut değil.

Adında “uzay bilimleri” geçiyor diye gidip bir UFOcuya da sormaktan geri kalmamışlar. Umarım bu, bilim haberlerinin en berbat örneklerinden biri olarak tarihe geçer.

Hiç bir şeye yanmam, muhtemelen ben bu yazıyı yazmak için haberi yazandan on kat fazla zaman harcamışımdır ya, ona yanarım.

Habertürk şaşırtmadı da, “entelektüel”lerin gazetesi Radikal bu haberi olduğu gibi basmış ya, anladım ki bu ülkenin basını adam olmaz.

Kabına sığmayan karanlık

İngilizcede “when the shit hits the fan” (kaka pervaneye çarpınca) diye matrak bir deyim vardır. Türkçede “ayıkla pirincin taşını” diye karşılanabilir, ama bazen kendinizi öyle berbat ve kokuşmuş bir açmazda bulursunuz ki, İngilizce deyimin görsel çağrışımı durumu daha iyi tarif eder.

Başbakanın “kızlı erkekli aynı evde kalıyorlar” lâfı da pervaneye çarpan bir kaka gibi her tarafa saçıldı. Pis koku herkesi sarstı. Birkaç hizmetkâr temizlemeye çalışır gibi olsa da, ertesi gün başbakan tekrar konuşup iyice sıvadı: “Kişinin müstakil özel evlerinde bir kız ya da bir erkeğin aynı evde kalması ne denli uygun olabilir?

Demokrasinin “D”sinin işlediği bir ülkede bırakın başbakanı, bu sözleri söyleyen küçük bir bürokrat bile istifa ettirilir. Yetişkin bireylerin kiminle ev paylaştığına karışmak hiç kimsenin haddi değildir. Başbakan halkın talebine cevap verdiğini düşünebilir, ama temel özgürlükler halka sorulamaz. İki insan ister ev arkadaşı olup kardeş gibi yaşar, isterse seks yapar, kimseyi ilgilendirmez.

“Bize ters” mi diyorsunuz? Yapmazsınız olur biter. “Başkasının yapması da bize ters” mi diyorsunuz? Susup oturacaksınız, çünkü size neyin ters olduğu kimseyi ilgilendirmez. Nitekim başkalarının ilişkilerine karışılması da bana ters, ne olacak şimdi? Baskı gücü fazla olanın dediği olacaksa ortada demokrasi filan yok demektir. Tabii memlekette demokrasi olmadığını biliyoruz, ama her cümlede “demokratım” diyenlerin çelişkilerini yüzlerine vurmak lâzım.


Türkiye’deki koyu taassup elbette yeni değil. Sürüye tıpatıp uymayan, azıcık farklı olan herkesin ezildiği, bastırıldığı, saklanmaya zorlandığı, dövüldüğü, öldürüldüğü bir ülke burası. 2008′de Binnaz Toprak, İrfan Bozan, Tan Morgül ve Nedim Şener, “Türkiye’de Farklı olmak: Din ve Muhafazakârlık Ekseninde Ötekileştirilenler” başlıklı bir araştırma yayınladılar (PDF). Araştırma, Alevilerin, Kürtlerin, Hıristiyanların, Çingenelerin, kadınların, Atatürkçü ve/veya solcu üniversite öğrencilerinin nasıl bir baskı altında yaşadıklarını mülakatlarla anlatıyor. Tamamını okumanızı tavsiye ederim. Kadın ve erkek öğrencilerin bir arada bulunması da taşra taassubunun şimşeklerini çekiyor elbet.

Değişik kentlerde görüştüğümüz öğrenciler, ev kiralamada karşılaştıkları en önemli sorunun karşı cinsten arkadaşlarıyla biraraya gelmek olduğunu belirttiler. Ev vermenin en önemli koşulu eve karşı cinsten arkadaşlarını getirmemekti. Bu durum üniversite öğrencileri için ne kadar anlaşılmaz ve katlanılmaz ise, ev sahipleri için o kadar önemliydi.

Görüştüğümüz öğrenciler, yaşadıkları toplumun kız-erkek ilişkisinde oldukça tahammülsüz ve tutucu olduğunu belirtiyorlardı. Kız ve erkek öğrencilerin birarada olmaları sırf hane içinde sorun olmuyor, sokakta ve mahallede de rahatsız edici olaylara malzeme teşkil ediyordu. Bu tür bir ortamda, üniversite öğrencilerinin karşı cinsten arkadaşları ile sosyalleşmeleri, hele hele duygusal bir ilişki içine girmeleri neredeyse imkansızlaşıyordu.

Eskişehir Kadın Platformu üyesi bir genç kız, öğrenci ağırlıklı bir şehirde yaşamalarına rağmen “eve erkek arkadaşlarınız gelmesin, geç saatlerde dışarı çıkmayın” gibi kısıtlamalar olduğunu, erkek arkadaşları kendilerini ziyaret edecek olsa şikayetle başlayan sürecin “kötü kötü bakma” ve sonunda selam vermemeye kadar evrildiğini anlatıyordu.

Trabzon’da bir üniversite öğrencisi ev sahibinin “eve kız getirdiği” takdirde kendisini evden çıkartmakla tehdit ettiğini söylüyordu. Hatta özel yaşamına ciddi müdahale sayılacak tuhaf tekliflerde bulunmuş “ille gelmesi gerekirse, önce benim zilime basacak, ben göreceğim, öyle size çıkacak, annen gelirse benim hanımla kalır, ben aşağı inerim, akraban bir hanım gelirse o da bizim evde kalır” bile demişti.

Bir diğeri, ev sahibinin bir önceki kiracıların evi “kerhaneye” çevirdiğinden şikayet ettiğini söylüyordu. “Nasıl yani?’ diye sorduğunda “kimin girdiği kimin çıktığı belli değildi, kız, erkek karışıktı” demişti.

Adapazarı Atatürkçü Düşünce Derneği üyesi bir üniversite öğrencisi, tanıdığı bir kız öğrencinin evine ders çalışmak için gelen bir erkek arkadaşı yüzünden komşularca ev sahibine şikayet edildiğini, bu öğrencinin “ ertesi sabaha kadar evi acilen boşaltmasının” istendiğini anlatıyordu.

Aynı öğrenci, kız arkadaşıyla ancak gündüz saatlerinde buluşabildiğini, el ele gezdiklerinde “kötü kötü bakıldığını”, sinemaya gittiklerinde “kimse görmesin diye” en arka koltuklardan bilet aldığını söylüyordu.

Trabzon’da bir öğrenci, kız arkadaşıyla ana caddede yürürken kafalarına bir minibüsten plastik şişe atıldığını, kendilerine “bu saatte böyle dolaşamazsınız” diye bağırıldığını anlatıyordu. ”Şort giyiyorum, keçi sakalım var, Trabzonlu gençler için direkt bir hedefim açıkçası” diyordu.

(Toprak vd., s.26-29)

O zaman, başbakanın sözleri çirkin de olsa, varolanın tespitidir, durumu daha da kötüleştirmez diyebiliriz, ama bence bu hatalı olur. Şu anda mahalle baskısı, mahallenin boyutlarını aşıp devlet politikası haline gelmiş oldu. “Führer”, basit bir sakala veya eteğe bile tahammül edemeyen yobaz güruha rahat olmalarını, zorbalıklarının yanlarına kalacağını ilân etti.

Böyle bir ortam yaratınca, yasal düzenleme yapmaya ihtiyaç yok zaten (nitekim, AKP’nin en karanlık tiplerinden birisi “yasayla değil farklı enstrümanlarla daha kolay çözüm üretilirdedi). Taşları bağla, köpekleri serbest bırak, ondan sonra da “kimin yaşam tarzına karıştık” de. Güzel taktik.

Anında harekete geçtiler bile. Hemen ertesi gün Üsküdar’da yaşayan bir öğrenci apartmana asılan bir yazıyla taciz edildi. Tophane’de yaşayan bir öğrencinin evi otuz polisle basıldı (eve hırsız girdi desek bir polis zahmet edip gelir miydi acaba?). Ankara’da bir ev sahibi, daha iki ay önce giren kiracılarına “kızlı erkekli kalıyorsunuz, biz istemiyoruz, zaten devlet de istemiyor” dedi ve evden çıkmalarını istedi.

Devletin tacizi de eksik kalmıyor. Afyon’da polis öğrencilerin gittiği kafelere baskın yapıp öğrencilere tek tek kimlik taraması yaptı. Adana valisi de “gereğini yapacağını” söylemişti zaten.

Üstün “akademisyenlerimiz” geri kalmadı. Çanakkale rektörü Laçiner “her ile dağılmış olan üniversitelerde yarının ahlak anlayışı, toplum yapısı ve kültürü oluşuyor. Gidişat kontrolsüz ve sağlıksız” diyerek başbakana teşekkür etti. Rotterdam İslam Ü. rektörü “veled-i zina toplumu isteyenler başbakanı hedef alıyor” dedi. Profesör ünvanlı Hayrettin Karaman “bireyler muhtaç oldukları çoğunluğun hatırı için bazı özgürlüklerini ‘gönüllü olarak’ kullanmamalıdır. İnadına kullanırlarsa en azından mahalle baskısı, değerleri çiğnenen çoğunluğun hakkı olurhükmünü verdi.

Bu manzara umudumu kırıyor. İçinden geçtiğimiz karanlık bir kişinin eseri değil. Bir RTE gitse ne olacak, daha milyonlarca var.

Yine de tekrarlayalım: Mahallenin yekpare bir bütün olması, aykırılıkların zorbalıkla törpülenmesi ortaçağda kalmış bir davranıştır. Modern toplumda bireylerin özgürlükleri esastır. İstemeyen evlenmeden seks yapmaz, isteyen yapar, kimse diğerini kendisi gibi olmaya zorlayamaz.

Her ülkede tutucu baskı ve zorbalık eğilimi olanlar vardır. Demokratik ülkeler bu eğilimleri kanunla ve polisiye tedbirlerle engellerler, “halkımızın isteği” diyerek teşvik etmezler. Özgürlüğü engelleme özgürlüğü diye birşey yoktur.


Bazıları bu tartışmanın gündem değiştirme taktiği olduğunu söylüyor ve “siz kızlı erkekliyi tartışırken bakın farketmeden neler oldu” diyorlar. Bu tavrı yanlış buluyorum. Hatta bazılarında, biz bu “önemsiz seks meks” işleriyle oyalanırken asıl önemli şeyleri görmeyecek kadar saf olduğumuzu ima eden bir kibir hissediyorum.

Gündem değiştirme olabilir, ama önemsiz bir mesele değildir. Devletin bu yeni girişimi bütün vatandaşlık haklarının yok oluşunun şahikasıdır. Yolsuzluklar, zorbalıklar, hukuksuz uygulamalar gibi başka konular önemsiz değildir, fakat evlerimizin içine kadar giren bir devleti durduramıyorsak diğer çarpıklıkları hiç durduramayız.

Kürtaj tartışması da, Uludere gündemini değiştirmek için ortaya atılmıştı ama bugün kürtaj olan kadınlar akılalmaz aşağılamalara maruz kalır oldular. Bir konunun başka bir konuya olan dikkati dağıtmak için ortaya atılması, önemsiz olduğunu göstermiyor.

Kızlı erkekli politik eylem

Julia belindeki kırmızı kuşağı, Seks Düşmanı Gençler Birliği’nin simgesini sıyırıp attı.

“Aslında, dışarıdan bakan beni de o söylediğin kızlardan biri sanır. Haftanın üç gecesi Seks Düşmanı Gençler Birliği’nde gönüllü olarak çalışırım. O zırvaları, o saçma sapan posterleri Londra’nın dört bir yanına asmak için saatlerce ter döktüm…Herkes ne diyorsa öyle derim, onlar bağırdı mı ben de bağırırım. Korkusuzca yaşamanın tek yolu bu.”

1984-winston-julia

“Sen bu işi daha önce de yaptın mı?”

“Elbette. Yüzlerce kez. Eh, yüzlerce değilse bile…”

“Parti üyeleriyle mi?”

“Her zaman Parti üyeleriyle.”

“İç Partinin üyeleriyle?”

“Hayır. O domuzlarla değil. Ellerine fırsat geçse onlar da yaparlar. Hiç değilse bir çoğu. Göründükleri gibi tertemiz, saf yaratıklar değildirler onlar da.”

Winston’ın yüreğine sevinç doldu. Yüzlerce kez demişti kız. Keşke binlerce olsaydı. Parti’nin içindeki herhangi bir yozlaşma belirtisi umut veriyordu ona…

“Dinle” dedi, “ne kadar çok erkekle yattıysan seni o kadar çok severim. Bunu anlayabilir misin?”

“Evet, çok iyi anlıyorum.”

“Temiz ve iyi, saf ve erdemli olan herkesten nefret ediyorum! Hiç bir yerde erdem diye birşey kalmasın istiyorum. Herkes sapına kadar kötü ve ahlâksız olsun.”

“Öyleyse ben tam aradığın insanım canım. Benden kötüsünü, benden ahlâksızını bulamazsın.”

“Erkeklerle yatmaktan hoşlanıyor musun? Benimle demiyorum, genel olarak.”

“Bayılıyorum.”

Bunu işitmek Winston’ı her şeyden çok sevindirmişti. Bir kişiye duyulan sevgi değil, hayvanlarda da bulunan içgüdü, geniş kapsamlı, yaygın cinsellik ya da cinsel istek. Parti’yi parçalayabilecek bir güç varsa buydu…

Onların sevişmeleri de bir savaştı sanki; sevişmenin sonunda duydukları haz da bir zafer. Parti’ye indirilmiş bir darbeydi sevişmeleri. Politik bir eylemdi.

(George Orwell, 1984. Çeviren Armağan İlkin.)

Diktatör heveslisi bugün “Üniversite öğrencisi genç kız, erkek öğrenci ile aynı evde kalıyor. Bunun denetimi yok. Muhafazakar demokrat yapımıza bu ters. Vali Bey’e bunun talimatını verdik. Bunun bir şekilde denetimi yapılacakbuyurmuş.

Devletin gözetleme kabiliyeti yüzünden hayatımızın “1984″ gibi olduğunu söylemek artık klişeleşti, ama diktatörlüklerin sahtekâr ahlâkçılığı da 1984′ün başka bir boyutu. Otoriter bir baskı rejimine doğru hızla ilerledikçe Orwell’i daha da derinlemesine anlıyoruz.

Cumhuriyet Bayramı

Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun. Doksan yıldan beri egemenlik kayıtsız şartsız millete ait. Yaşasın Cumhuriyet!

Birkaç saat önce, polis İstiklâl caddesine barikat kurmuş, ellerinde bayraklarla bayramı kutlamak için Taksim’e çıkmak isteyen kalabalık bir grubu zorla durdurdu, çıkmış olanları da dağıttı.

Daha dün, polis ateşiyle ölen Ethem Sarısülük’ün cinayetinin Ankara’daki duruşması sırasında, bazıları tekerlekli sandalyede olan protestoculara biber gazı ve basınçlı su sıkıldı. Anne Sarısülük biber gazından fenalaştı. Bir genç kadın suyla savrularak sivri demirlere saplandı, hayatı ciddi tehlikeye girdi. Ateş ettiğini bütün Türkiye’nin gördüğü katil zanlısı polis ise tutuksuz yargılanıyordu; mahkeme salonuna gelmemişti.

Geçen hafta Türkiye Cumhuriyeti’nin yarattığı en iyi üniversitelerden biri olan ODTÜ, Ankara belediyesi tarafından düpedüz saldırıya uğradı. Bunun kanunlara, mahkeme kararlarına, ahlaka, akla ve vicdana aykırı olması Ankara’nın istediğini yapmaya alışmış şımarık belediye başkanı için önemli değildi. ODTÜ’nün öğrencileri elbette kampüslerinin ve mahallelerinin tahrip edilmesine karşı çıktılar. Yine Çevik Kuvvet geldi ve saldırdı. Bir öğrenciyi dövmekle hırslarını alamadılar, bir de ateşe attılar.

Mesele yol yapmaktan ibaret değildi, “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” olmaya alışmış bir neslin ezilmesi, diğerleri gibi koyunlaştırılmasıydı. Diktatörün her emrine boyun eğenler, fahri doktoralar yağdıranlar, “siz en iyisini bilirsiniz efendim”ciler ödüllendirilirken, hayır deme cesaretine sahip olanların sindirilmesi işlemiydi.

“Ara eleman”dan ötesini istemeyenler için elbette ODTÜ, Boğaziçi vb. dik duruşlu, özgüvenli kurumların “kahrını çekmek” gereksizdir.

Yüzlerce yıldır devlet teorisi “güçler dengesi”ni temel alır. Güç, dengelenmezse kontrolden çıkar çünkü. Şimdi, iktidar partisi nerede bitiyor, devlet nerede başlıyor anlamak mümkün değil. Valiler parti sözcüsü gibi laubali tweetler atıyor, belediye başkanları iktidar partisini arayıp kendi lehine kanun çıkarılmasını isteyebiliyor, belediyeler işçilerini parti mitinglerine katılmaya zorluyor.

Mahkemeler emirle çalışıyor. Birileri aleyhlerinde yığın yığın delile rağmen serbest kalabiliyor, hatta hiç kovuşturulmuyorlar, buna karşılık birileri saçma sapan şeylerle mahkum olabiliyorlar.

Mevcut bir kanun “tek adam”ın canının istediğini yapmayı mı engelledi, mühim değil. Meclis’ten istediği gibi bir kanun geçiriveriyor, bunun adı da “hukuk devleti” oluyor. Herkes bir kişinin ve onun yancılarının iki dudağına bakarak hareketlerini ayarlıyor. Kurumsallık mı, özerklik mi, “ben işimi iyi bilirim, bilmeyeni karıştırmam” mı, geçiniz, yok öyle şeyler.

Yaşasın Cumhuriyet! Cumhuriyet sayesinde doksan yıldır egemenlik kayıtsız şartsız millete ait.

Ha, aslında hiç bir zaman efendi-kul ilişkisinden ve yöneticiye boyun eğme zihniyetinden çıkmamıştık zaten. Ama özgürlükleri genişletme iddiasıyla reklam yapanların eldekini daha da geriye götürdüğünü görmek, nasıl desem, insanın ağzının tadını kaçırıyor.

Demokrasi bayramını kutlayacağımız zamana kadar, bayram coşkumu biraz zaptedeceğim.

Direnme kuantum, teslim ol!

schrodinger-cat-equationYıllar önce (geçen yüzyılda) üniversitenin üçüncü sınıfındayız, Modern Fizik dersi alıyoruz. Sevgili Metin Arık hocamız Schrödinger denklemini anlattı, örnekler gösterdi, sonra eski bir hikaye anlatmaya başladı.

12 Mart darbesinden sonra sokaklarda adım başı polis ve asker kol geziyor, gelen geçeni arıyorlarmış. Bir fizik öğrencisi de okula gitmek üzere yola çıkmış. Bir gün önce kuantum fiziği ödevini yapmış, kağıda denklemleri doldurmuş, derste teslim edecek. Polisler genci durdurmuşlar, yasak yayın filan var mı diye aramak için çantasını açtırmışlar.

Ödevi almışlar ellerine, kargacık burgacık matematikten birşey anlamasalar da, denklemlerdeki gizli mesaj kül yutmaz polisimizin gözünden kaçmamış: “Bu orak çekiçler ne? Komünist misin sen?”

Genç fizikçi “aman abi, bu fizik denklemi, alâkası yok orak çekiçle” demiş ama faydasız. Alıp karakola götürmüşler. Komiser de birşey anlamamış, ama çocuğun ısrarı üzerine bir şekilde bir fizik öğretmeni bulmuşlar. Öğretmen kâğıtlara bakıp  “ha evet, vardı böyle şeyler” deyince çocuğu salıvermişler.

(Kendimce süsleyerek anlattım, hatalardan Metin hoca sorumlu değildir.)

Merak ettiyseniz, elle yazılmış kuantum dalga denklemleri şöyle birşey. Dikkatle bakarsanız sahiden de bir yığın orak-çekiç görürsünüz. Aslında o işaret Yunan alfabesinin \psi (psi) harfi; dalga fonksiyonunu temsil ediyor.

ElessthanV0Metin hocanın hikayesinin aklıma gelmesine Birgün gazetesinin dünkü manşeti sebep oldu. Ayrıntılı haber burada.

direnkuantumİnsanın içinden tarih tekerrürden ibarettir demek geliyor, ama değil aslında. Çok şükür artık askeri darbe yaşamadığımız için bir fizikçinin “örgütsel döküman”ları savcılığın iddianamesine kadar taşınabiliyor, karakoldan geri dönmüyor.

Savcılarımız pek uyanık, pek cevval, maşallah. Ya muhalefet kuantum fiziği yoluyla telekinezi uygulamayı öğrenirse? Şimdi başbakanlık danışmanı olan kişi telekinezi ile başbakana suikast düzenlendiğini söylememiş miydi? Tedbir almak en iyisi, bravo!

Çete misiniz devlet mi?

1930′ların Şikago’sunda yaşadığınızı hayal edin. Gangsterler sokakların tartışmasız tek hâkimi. Siz kendi halinde bir esnafsınız, işinize bakıyorsunuz, ama sizi rahat bırakmıyorlar. Düzenli olarak haraç ödemek ve arsız gangsterlere bedava hizmet vermek zorundasınız. İtiraz eden komşunuzun önce vitrini parçalandı, boyun eğmeyince öldüresiye dövülerek hastanelik edildi, siz de ondan ibret aldınız ve sesinizi çıkarmamayı öğrendiniz.

Akşam dükkanı kapatıp evinize dönerken sokağınızda ağlamalar, haykırmalar duydunuz. Kafayı çekip havaya ateş eden bir haydudun serseri kurşunu küçük bir kıza denk gelmiş. Annesi babası perişan. Üzüntüyle evinize girdiğinizde bir şok daha yaşadınız: Genç oğlunuzun yüzü mosmor. Sokakta yürürken yanından geçen üç gangster yan baktı diye onu tekme tokat dövmüş. Neyse ki kırığı çıkığı yok. Buna da şükür, birkaç gün önce çeteciler kendilerine karşı çıkan birkaç genci pat diye vurup öldürmüştü.

Şikayet edebileceğiniz hiç bir makam yok. Çete, polisi de yargıçları da rüşvetle avucuna almış durumda.

Herkes birlik olabilse aslında çete orada barınamaz, ama mahallenin yarısı çeteyi çok seviyor. Çetenin başı fakir ailelere para veriyor, yaşlı kadınların haftalık erzakını sağlıyor. Her tarafı dökülen kiliseyi tamir ettirdi, mektep kaçağı gençleri (iş sahiplerini zorlayarak) işe yerleştirdi. Birçok kişi ona minnettar, geçimleri ona bağlı. Sesinizi yükseltseniz karşınıza önce onlar dikilir.

Yer değiştirelim. Bu sefer Afrika’nın ortasında, üstüne beş paralık bir üniforma geçiren her serserinin kendine general dediği bir ülkede yaşadığınızı düşünün. Generallerden biri belli bir bölgeyi ele geçirmiş, “kurmayları” köy köy dolaşıp insanları soyuyor, canlarının istediğini öldürüyor veya sakatlıyorlar. Ama halkın büyük kısmının bu zalim ve kıyıcı generale hayran olduğunu görerek şaşırıyorsunuz. Diyorlar ki “O bizi önceki generalin zulmünden kurtardı. Ölmeyeceğimiz kadar yiyecek bırakıyor bize, önceki bu kadr bile bırakmıyordu. Üstelik bizi fillerden ve aslanlardan koruyor. O büyük bir lider, ona karşı gelenler ölmeyi hakediyor.

2013 Türkiye’sine gelelim.

Silahlı bir grup ülkenin her yerinde her gün terör estirmekte. Canları ister kadınları saçlarından tutup sürüklerler, canları ister sakince duran insanların suratına biber gazı fışkırtırlar. Kesinlikle uzaktan ve havaya doğru atılması gereken gaz fişeklerini nişan alarak insanların kafasına fırlatırlar. Hatta hırslarını alamaz, evlerin camından içeri gaz atar, yaşlı çocuk demeden nefeslerini keser. İnsanları köşeye sıkıştırır, on kişi birden üstüne çullanırlar. Kin ve nefretle saldırdıkları açıkça görülür.

Güç dengesi tamamen onların lehinedir; karşılık vermeyi bırak kendini korumak için kolunu kaldırsan seni götürüp süründürebilirler. Mahkemeler tamamen onların tarafındadır, hiç bir şansın yoktur. Kamera kayıtları ya silinir, ya da belirsizdir. Açıkça cinayet işlediği görülenler bile serbest kalır.

Şimdi, bu grubun bir üniforması var, ve kendilerine polis diyorlar. Devlet mekanizmasına ve kanuni korumaya sırtlarını dayıyorlar. O yüzden “devletin polisine karşı gelinmez” gibi bir mantık yürütenler var.

Peki, diyelim yukarıda bahsettiğimiz Şikago gangsterleri veya Afrikalı generaller, bölgelerinde üniformalı bir milis gücü yaratmış olsunlar (Nazi partisinin kahverengi gömleklileri gibi). Bu milis gücünü meşru polis gücünden ayıran şey nedir? Belki toplum iradesi, veya toplumsal sözleşme. Ama, suç örgütleri veya kanlı derebeyleri de toplumun çoğunluğunun onayını, şöyle ya da böyle alabilir. O zaman bunlara devlet, milis gücüne de polis diyebilir miyiz? Diyemezsek, gerçek polisi haydut çetesinden farklı kılan niteliklerin ne olduğunu düşünmemiz gerekli.

Buna en iyi hukuk teorisyenleri ve siyaset bilimciler cevap verebilir. Benim bu konularda bilgim az, ama bana doğru gibi gelen bazı kriterlerim var.

Öncelikle, polis şiddet kullanma yetkisine sahip tek örgüt ise, bu tekeli istismar etmeyecek. Yani, sakin sakin oturan vatandaşlara delirmiş gibi saldırmayacak. Gerekmeyen derecede güç kullanmayacak. Yaralamak, öldürmek gibi bir amacı olmayacak. Kanunlara açıkça karşı eylemler yaptığında, ölüme veya yaralanmaya sebep olduğunda korunup kollanmayacak, uygun şekilde yargılanıp cezalandırılacak. Yargı süreci bir komediden ibaret olmayacak. Devlet, vatandaşların özgürlük alanını daraltmak için değil, genişletmek için çalışacak.

Bunları yapmıyorsanız, bir suç örgütünün eli silahlı zorbalarından ayırt edilir bir tarafınız yoktur. Dolayısıyla da meşru bir devlet sayılmazsınız.


EK (27 Eylül 2013): Bu yazıyı takip eden günlerde insanı iğrendiren polis haberleri geldi.

  • Diyarbakır’da, bir polisin usulsüz sağlık raporu isteğini reddeden doktor, gece yarısı “şikayet var” diye karakola ifade vermeye götürüldü.(link)
  • Urfa’da iş başvurusu için toplanan kalabalıkta izdiham çıkınca polis biber gazı ve copla saldırdı. (link)
  • İki çocuklu bir anne, biri emekli üç polis tarafından Kağıthane karakolunda, diğer memurların gözü önünde tecavüze uğradı, daha sonra tecavüz tekrarlandı. Savcı hiç bir işlem yapmadığı gibi, tecavüz sonucu hamile kalan kadınla “sen doğur devlet bakar” diye alay etti. (link)
  • Mersin’de çevik kuvvet polisi, karakol önünde oynayan 8 yaşındaki çocuğu bayıltana kadar dövdü. Çocuk iç kanama şüphesiyle hastaneye kaldırıldı, bir hafta hastanede yattı. (link)
  • Adana’da iki polis kendilerinden yardım isteyen 16 yaşındaki kız çocuğunu ekip arabasıyla dolaştırıp tecavüz etti. Şikayet üzerine dava açıldı ama polisler serbest bırakıldı. (link)
  • Kadıköy’deki eylemlerde polis evlere yetkisiz şekilde saldırarak mesken masuniyetini ihlâl etti. Şiddete tepki gösteren vatandaşın evine taş attı, tehdit etti.

Yani polis, sadece protesto gösterilerinde değil, hayatın her anında canının istediğini yapabiliyor, kendisine karşı gelene her türlü eziyet edebiliyor, ve bunun karşılığında hiç bir ceza göreceğini düşünmüyor. Bunun sonu iyiye varmaz.

İcat yapmak, ara elemanlar ve kalem efendileri

“Laz müteahhit” karikatürünün ete kemiğe bürünmüş hali, ülkeyi baştan başa kalitesiz betonla kaplama bakanı Erdoğan Bayraktar, memleketi Trabzon’da konuşmuş (vurgular benden):

Bu ülke Müslüman bir ülke. Yüzde 99’u Müslüman. Tarihten gelen bir yapısı var. Türkiye’nin bulunduğu coğrafya çok zor bir bölge ve Türkiye onun merkezinde bulunuyor. Şimdi Türkiye’nin konumu itibariyle biz icat yapamıyoruz, buluş yapamıyoruz. Tarım ülkesiyiz biz. Ne yapacağız biz?

Ara teknik eleman ülkesiyiz biz. O zaman biz çok daha iyi eğitim almak zorundayız. İnsanlarımızı çok daha iyi yetiştirmek zorundayız. Öyle kalem efendisi değil. Çocuklarımıza, evlatlarımıza sahip çıkacağız. Eğer biz çocuklarımızı iyi yetiştirirsek kalem efendisi değil, ara teknik eleman, üniversiteyi bitiren, teknolojiyi iyi kullanan, bilgisayar bilen ve lisan bilen, dünyadaki bütün bilgileri alıp onları çok iyi kullanan, çok kaliteli gençler olarak yetiştireceğiz.

Tutarsızlıklarla dolu, önü ardı belli olmayan, ne söylediği anlaşılmayan bir beyan. Bakan konuşamıyor, fikrini ifade edemiyor. Neyse, her şeye başbakan karar verirken fikre ve ifadeye ne gerek var zaten.

Bu beyanı normalde ciddiye almamak lâzım, ama “bilmiyim” bakanı Nihat Ergün’ün “bize fizikçi değil pastacı lâzım” beyanıyla birleştirildiğinde, ileri seviye eğitime yönelik örgütlü bir baltalama görüntüsü ortaya çıkıyor.


Önce şu “müslüman ülke” vurgusundan başlayalım. Müslümanız diye başlayıp, coğrafyamız zor diye devam eder, bu yüzden icat yapamıyoruz diye lafı bitirirsen, “müslüman olduğumuz için icat yapamayız” mesajı vermiş olursun. Bunca yıllık ateistim, böyle laf etmedim, etmem de. Ayrımcılıktır, önyargıdır.

Bu lâfı başkası söylese “islam fobisi” derlerdi. Başbakan geçen gün trip atmıştı: “Onlara göre biz sanattan anlamayız, mimariden, edebiyattan, estetikten anlamayız. Hani bidon kafalı diye bir söylem var ya. Biz bunlara göre zenciyiz.” Bakanına ne diyecek şimdi?

Bakanı anlıyorum tabii. Öyle bir kastı yok, ama her lâfa müslümanlık vurgusu karıştırmak zorundalar ya, vecibesini yerine getirmiş. Ama iki cümle sonra lafın nereye varacağını düşünmediği için baltayı taşa vurmuş. Derli toplu cümle kuracak, argüman oluşturacak kafa olması lâzım. Beğenmediği “kalem efendiliği” bu yeteneği sağlar işte.

Maalesef “ara eleman” bakanlarımız var. İşleri düşünmek değil, başbakanın emirlerini aynen yerine getirmek.


Coğrafi konum mucitliğe engel mi? Bazen. Sözgelişi okyanusun ortasında bir adadaysanız, malzeme ve insan kıtlığı sebebiyle nedeniyle yaratıcılığınız körelebilir. Bizim öyle bir derdimiz yok, Avrasya’nın ortasındayız. Eski çağlarda dünyanın en parlak zihinleri bu coğrafyada yetişti. Yaşadığımız zorlukları kastediyor belki. Japonya’nın coğrafyası güllük gülistanlık mı? İsrail cennette mi yaşıyor? İcatlar zaten zorlukları yenmek için yapılır.

İcat yapmaya, yeni terimiyle inovasyona imkân veren ortamı iktisatçılara sormak lâzım, ama coğrafyayla alâkalı olmadığı kesin.

Önce bir “sorun çözme zihniyeti” gerekir: Karşılaştığınız sorunlarla beraber yaşamaya razı olmazsınız. Meseleleri bilimsel inceler, nasıl çözebileceğiniz düşünürsünüz. Kolaya kaçmaz, uydurma iş yapmazsınız.

Sonra, çevre faktörü. İcat denen şeyler, varolan parçaların farklı şekilde birleştirilmesidir. Elinizde kaliteli malzemeleriniz, yapılacak işe uygun aletleriniz, fikir alışverişi yapacağınız meslektaşlarınız, bir sınai ekosistem yoksa icat filan yapamazsınız.

Mucidin işini bitirene kadar karnını doyurması gerekir, o yüzden de inovasyona yatırım yapanlar bulunmalıdır. Sonunda da icadı kullanacak bir pazar bulunması, seri üretilebilmesi gerekir. Bunların hangisi Türkiye’de var ki?

Bakan bu meseleleri çözme niyetinde olduğunu söylemiyor. Bunu kabul edelim, çocuklarımızı çok iyi yetiştirip ancak ara eleman yapalım diyor, yani icat yapmamaya devam edelim. Cümleleri alt alta koyunca sadece bu anlam çıkıyor.

İşin asıl korkuncu da, bakanın çok iyi yetişmiş olmaktan anladığı şeyin ara elemanlık olması. Ara eleman teknik lise, bilemedin iki yıllık yüksekokul mezunudur. Üniversitenin ara eleman yetiştirmesi ülke için utançtır.


Kalem efendisi Osmanlı döneminde devlet memurlarını tasvir eden bir ifadeydi. Olumsuz çağrışımları olduğunu şimdiye kadar hiç duymadım. Bugün daha genel olarak ofis çalışanı, bilgi işçisi, beyaz yakalı gibi terimler kullanıyoruz. Bakana bunlar mı fazla geliyor, belli değil.

Ayrıntılara takılmayalım, asıl mesele şu: Şu anda Türkiye’de gücü elinde tutan zihniyet teorik düşünceyi, derinlemesine bilgiyi lüzumsuz buluyor, hatta belki nefret ediyor. Başbakan “bilim için bilim değil refah için bilim” diye talimat vermişti zamanında, TÜBİTAK başkanı da “uçak füze yapıyoruz, onlara odaklandık. Evrim teorisine inanan var inanmayan var” diyerek hazırola geçmişti. Edebiyat, felsefe, arkeoloji, sosyoloji, matematik, fizik ve diğer temel bilimler onlara göre zaman harcamaya değmeyen afaki şeyler.

Çünkü biz tarım ülkesiyiz, teknisyen ülkesiyiz, icat yapamayız. İcat yapamıyorsak, doğrudan para getirmeyen hiç bir işle de uğraşmamalıyız.

Oysa biz tarım ülkesi değiliz, gelişen bir sanayimiz var. Mezunları dünyadaki meslektaşlarına denk olabilen birkaç tane üniversitemiz bile var. Daha ileri seviyeye atlamaya hazırız, ama ufuksuz ve bilgisiz kişilerin boğucu cenderesinden kurtulmamız şart.

Yeditepe Asistan Dayanışması

Akademik kariyer amacıyla yüksek lisans ve doktora çalışması yapanları desteklemenin şimdiye kadarki yaygın yolu, bu öğrencileri üniversitede asistan (araştırma görevlisi) olarak istihdam etmekti. Böylece hem düzenli bir gelir ile kafaları rahat olarak bilimsel çalışmalarını yapabilirler, hem de üniversite aktivitelerinin içinde olarak ilerideki mesleklerine hazırlanabilirlerdi.

Ancak, son yıllarda vakıf üniversitelerimizde başka bir usul yaygınlaştı: Lisansüstü öğrencileri burslu göstererek okul ücretlerini affetmek, ve burs karşılığında belli bir süre (tipik olarak haftada 10-20 saat) çalıştırmak.

(Devlet üniversitelerinde de çok rahat sayılmazlar hani, ama konuyu dağıtmayalım.)

Bu anlaşmada avantaj üniversitede. Burslu öğrencilere istediği her türlü işi (öğretim, idari) yaptırabiliyor, ama işçi olarak çalıştırmadığından iş kanununun getirdiği yükümlülüklerden kurtuluyor. Emeklilik primi ödemiyor ve istediği zaman bursunu kesmek, yani fiilen kovmak hakkına sahip. Sorgu sual edilemiyor. Bildiğim kadarıyla Bilkent, Koç, ve benim de çalıştığım Yeditepe bu yöntemi uyguluyor.

Yaptırılan işlerin akademik niteliğini ve çeşitliliğini Yeditepe Asistan Dayanışması’nın kamuoyu duyurusundan okuyalım (vurgular orijinal metinden):

Her üniversite çalışanınin veya öğrencisinin bildiği gibi, hepimiz bölüm ve üniversite çapında sınav gözetmenliği, tanıtım görevi, her tür idari işin yürütülmesi, e-dönüşüm ve planlama sorumluluğu / takibi, akademik danışmanlık, öğrenci kayıtları ve ders çizelgesi takipleri, ERASMUS danışmanlığı, proje danışmanlığı, laboratuvar sorumluluğu, YÖK, Dekanlık ve Enstitülerden gelen her türlü idari/bürokratik iş (FEDEK, MÜDEK, Faaliyet Raporları, Bologna raporlamaları, vs.) gibi çeşitli görevleri fiilen yürütmekteyiz. Söz konusu işlerle ilgili şifre ve yetkilerimiz son aylarda elimizden alınmış, bölümlerde aynı işleri hâlen fiilen yapmakta olduğumuz halde emeğimiz kâğıt üzerinde görünmez kılınmıştır. Emeğimizi görmemekte direnen sadece YÖK ve üniversite yönetimidir.

…..

Her vakıf üniversitesi belli sayıda burslu öğrenci okutmakla yükümlüdür ve bunun karşılığında devletten yardım alır. Bizi bu şekilde çalıştırarak üniversite,

  • Burslu öğrenci kotasını doldurmakta,
  • Sigortasız, düşük maliyetli, “esnek” emek gücü yaratmakta,
  • İdari iş yükünü bize yükleyerek işe alacağı idari personelden tasarruf etmektedir.

Burslu öğrenci statüsünün yol açtığı istismarın boyutunu linkteki metinde okuyabilirsiniz.

Bazı durumlarda bir öğrenci bir vakıf üniversitesinde okul ücreti karşılığı 10 saat görev yaparken, geçinebilmek için başka bir üniversitede asistan olarak çalışabiliyor. O zaman haftalık 30 saat araştırma dışı iş yüklenmesi gerekiyor. Ne zaman araştırma yapacak?

Hatta, aynı üniversitenin bir bölümünde kayıtlıyken başka bir bölümünde asistan olarak çalıştığı için bu kadar iş yüklenmek zorunda olanlar da tanıyorum. Kendi asistanından okul ücreti almak çok trajikomik bir zırva, ama “işine gelirse” cevabı her şeye kadir.

Asistanlar “Prekarya” olmaya mahkum edilince, bir akademisyen olmanın belki de en önemli parçası olan medeni cesaretleri kırılıyor. Bursum kesilirse ne yaparım diye düşünerek her şeyi kabul etmeye, hiç bir şeye ses çıkarmamaya hazır duruma geliyorlar. “Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” olmanın cezasız bırakılmayacağını düşünüyorlar.

Halihazırda büyük bir korku imparatorluğu ve niteliksizlik hiyerarşisi olan üniversite sistemimize, korkutulup sindirilmeyi işlerin normal usulü zanneden yeni üyeler eklemenin iyi sonuçlar doğurmayacağı belli.

Neyse ki buna karşı biraraya gelerek ses çıkaranlar var. Birçok üniversitede asistan dayanışma birlikleri kuruldu, Yeditepe de bunların arasında.

Yeditepe Asistan Dayanışması, bursları kesilip fiilen kapı önüne koyulan üç asistan için 31 Temmuz Çarşamba 12:00′de bir protesto eylemi düzenliyor.

yeditepe

İşten çıkarılan asistanlarla yapılan mülâkatı dinleyerek daha ayrıntılı ve sarsıcı bilgiler alabilirsiniz.

 

Ancak bu yapılan hukuki değil. Bilkent benzer bir durumda haksız bulundu. Mahkeme, iş tespiti sonucu, yapılan işin araştırma görevliliği olduğuna karar verdi ve öğrencinin özlük haklarının iadesine hükmetti. Bu karar, diğer görünmez asistanlar için emsal olabilir.

Bu protestoyu bütün kalbimle destekliyorum. Üniversite mensuplarının, müstakbel meslektaşlarının hem bilimsel yeterlilik, hem de entelektüel namus açısından iyi yetişmesini talep etme hakları vardır; hatta buna mecburdurlar. Akademide korku, baskı, ürkeklik kültürüne itiraz etmek hepimizin boynunun borcu.

Üniversitede özgürlükler başka her yerden daha geniş olmalıdır. Bu özgürlük, bilimsel ve entelektüel ilerlemenin ön şartıdır; dahası toplumsal özgürlüklerin zamanla genişlemesine de önayak olur. Bunu üniversite sağlamazsa başka hangi kurum sağlayabilir?

Bütün bu yapılanlara “neoliberal politika”, “sermaye baskısı” gibi açıklamalar bulunabilir, doğrudur da. Ama baltanın sapının bizden olduğunu unutmamak lâzım. Özgeçmişi başarılı bir kariyerle şişmiş, Amerika veya Avrupa’nın bilim kurumlarında yıllar geçirmiş insanlar, profesör/dekan/rektör olduklarında, bir bakıyorsunuz, “üstünün” her sözüne boyun eğen Şarklı küçük memurlara dönüyor, akademik namusu ve medeni cesareti unutuveriyorlar. Bu erdemleri hatırlama “küstahlığını” gösterenler çıkınca da ümüklerine çöküveriyorlar.

Hamilelik ayıp mı?

64404_413913208723486_194115532_n

Şimdi rahmetli olan bir aile büyüğümüz, artık nezaketin iyice unutulduğundan dert yanar, eski terbiyeyi överdi. “Meselâ” derdi, “eskiden öyle hamileyiz diye ortaya çıkılmazdı, ayıptı. Büyüklerin kulağına eğilip sessizce ‘yakında üç kişi oluyoruz’ denirdi.

Ayrıca “doğurmak” kelimesinin de ayıp olduğunu söylerdi. “Dünyaya getirmek” denecekti yerine. Hani pis vücut işlevleri için dolambaçlı laflar kullanırız ya, tuvalete gitmek, burnunu silmek gibi, o mantık herhalde.

Hamileliğin neden ayıp olduğunu, neden suç işlemiş gibi davranmamız gerektiğini sormaya yeltendiğimizde, lâhavle çekerek burnundan sertçe nefes verir, ayıbın neden ayıp olduğunu bile anlayamayacak kadar kaba olduğumuzu hissettirirdi, susardık.

Sonra büyüdük; akrabalarımızın, arkadaşlarımızın çocukları oldu. Hepsinin hamileliklerini mutlulukla ve coşkuyla tebrik ettik. Karımın hamileliğini de aynı rahatlıkla yaşadık. Büyüğümüzün “eski terbiyesi”ni paylaşan hiç kimseye rastlamadım. Herhalde yüz yıl öncesinde kalmış bir takıntıdır diye düşünüyordum.

Dün, hem de TRT’de, Ömer Tuğrul İnançer isimli bir “düşünür”ün söylediklerini okuyunca o aile büyüğüm aklıma geliverdi.

Hamileliği davul çalarak ilan etmek bizim terbiyemize aykırıdır. Böyle karınla sokakta gezilmez. Her şeyden önce estetik değildir. 7-8 aydan sonra anne adayı biraz hava almak için beyinin otomobiline biner, biraz dolaşır. Sonra akşam üstü çıkarlar. Şimdi ise maşallah, kanatlısı kanatsızı televizyonlarda uçuşuyor. Ayıptır ayıp. Bunun adı realizm değildir. Bunun adı terbiyesizliktir

Hakkını verelim, bizim aile büyüğümüz bu kadar saçmalamamıştı. İnançer’in daha derin rahatsızlıkları olduğu anlaşılıyor. Estetik mestetik zırvasını boşverin, bunlar asıl meseleyi örten bahane laflar.

Bir halt edip hamile kalmışsın, bari ortalıkta dolaşma” cümlesini kurduran kafayı anladığımı iddia edemeyeceğim, ama tahmin ediyorum ki hamileliğin seksin doğal sonucu olmasıyla ilgisi var. Seks ayıp, o zaman hamilelik de ayıp. Evet, çok saçma geliyor kulağa, ama hamileliğin gösterilmesinin terbiyeye aykırı olmasının başka bir açıklamasını bulamıyorum.

Bu argümanı ilk defa duymuş olsam takıntılı meczup, hatta cinsel saplantısını bastırmaya çalışan bir deli der geçerdim. Ama daha önce aklı başında olduğundan emin olduğum birinden de duymuş olduğum için, bir ölçüde yaygın olduğunu düşünmeden edemiyorum.

Hamile olarak dolaşmak terbiyesizlikse, bir kadının çocuğuyla dolaşması da terbiyesizlik olmaz mı? Veya, insanların davul zurna çalarak evlenmeleri? O gece ne yapılacağı belli ne de olsa. Ya da, devleti yöneten kişinin genç çiftlere kaç çocuk yapacaklarını söylemesi terbiyesizliğe girmiyor mu?

Bu soruları o aile büyüğüme sorduğumu hayal ediyorum. Gözlerini devirip anneme döner, ben orada yokmuşum gibi “bu da bir acaip” derdi muhakkak. Verecek cevabı olmazdı, çünkü akıl mantık yok burada. Asıl mesele, “eski terbiye” adı altında geleneksel olarak cinsellikle ilgili her şeyin bastırılması, görmezden gelinmesi.

İnançer’in söylediği öbür cümlelere bakın meselâ. “Kanatlısı kanatsızı televizyonlarda uçuşuyor. Ayıptır ayıp“. Alâkasız bir şekilde bambaşka bir konuya geçiyor, çok dolmuş besbelli, bin türlü terbiyesizlik var katlanmak zorunda kaldığı.

Yanlış anlamadıysam kadınların regl dönemlerinde kullandıkları hijyenik pedlerden bahsediyor. O da ayıpmış. Şaşırmam, yakın zamana kadar bundan utanılırdı, gazete kağıdına veya siyah torbaya sarılarak alınırdı, çok şükür artık aşılıyor. Yahu bu sağlıklı işleyen vücutların düzenli ihtiyacı için kullanılan bir ürün. Tuvalet kâğıdı, selpak, diş macunu, traş bıçağı gibi şeylerin reklamları ayıp olmuyorsa ped reklamının nesi ayıp?

Hakikaten anlamıyorum bu kafayı. Tahminde bulunmam gerekirse, cinsel organla ilgili olduğu için lanetleniyor derim. Hamilelik gibi bu da, kadın olmakla ilgili birşey. Herhalde bu kafada kadın fizyolojisinin her şeyi otomatik olarak sekse bağlanıyor. Seks ayıp olduğu için de kadınla ilgili her şey ayıp.

Yani ayıptan kaçınmak için kadının vajinası ve rahmi yokmuş gibi, çocukları leylek getiriyormuş gibi davranacağız. Bu arada nice kadın, çeşitli hastalıklara yakalandığında, doğum komplikasyonları yaşadığında ayıp olmasın diye kimseye söyleyemeyecek, doktora gidemeyecek, büyük acılar çekecek, belki ölecek. Olsun, terbiyemiz bozulmuyor ya, ona bak sen.

Ama neyse ki artık çoğu kadın yutmuyor bu saçmalıkları. Bu kafanın tahakkümünde kalmış kadınlara da acil kurtuluş dilerim.

Duran adam

Polis zoruyla boşaltılan Taksim’de bir adam. Polis değil, belediye işçisi değil. Yüzünü AKM’ye dönmüş, elleri cebinde duruyor. Sadece duruyor.

duranadam2

Saat 20:30′da başladığı söyleniyor, bu yazıyı yazdığım sırada (01:30) hâlâ duruyor. Konuşmuyor, kıpırdamıyor. Polisler geldiler, çantasını aradılar, kılı kıpırdamadı. Duruyor.

duranadam

Twitter patladı, #duranadam hashtagi dünya çapında birinci sıraya oturdu. Gecenin bir yarısı, yarın iş var, ama ülke çapında insanlar bilgisayar ve TV (Halk TV) başında, bir adamın dimdik ayakta, kıpırtısız durmasını seyrediyor. Gelen tweetleri okumaya yetişilmiyor.

Geceyarısına doğru, haberler yayıldıkça daha fazla insan duran adamın yanına gelmeye ve durmaya başladılar. Polisler müdahale eder diye korkanlar var, ama insanlar kendilerini alamıyorlar.

duranlar2duranlar3

Büyülenmiş gibiyiz. Ne muhteşem, ne şaşırtıcı şeyler çıkıyor bu direnişten.

Hareketli ve heyecanlı günlerden sonra gelen sessiz ve sakin bir eylem, Beethoven’ın beşinci senfonisi gibi. Meşhur “ta ta ta taam” motifi ile kader kapıyı çalar, bir fırtına içinde oraya buraya savrulduğunuzu hissedersiniz. Sonra bir an bütün enstrümanlar susar, tek başına klarnet yumuşak ve rahatlatıcı bir melodi çalar. Sadece birkaç saniye sürer ama dinleyeni çarpan bir sükûnet sağlar. Ardından kaderin fırtınası bütün kuvvetiyle yeniden başlar.

 

Bizim kaderimizde tekrar bir fırtına olup olmadığını bilmek mümkün değil, bekleyip göreceğiz.

Dimdik duran bir insan çok şeyi değiştirebilir.

936927_545120545551921_1150030266_n

Kazanabilirsiniz ama …

12 Ekim 1936′da İspanya’daki Salamanca Üniversitesi’nde Columbus Günü kutlamaları yapılıyordu. İspanyol İç Savaşı başlayalı kısa bir süre olmuştu, Salamanca faşist Frankistlerin kontrolündeydi. Kutlamalara katılanlar arasında Salamanca Başpiskoposu, Franco’nun karısı, ve General José Millán Astray vardı. Meşhur edebiyatçı ve düşünür Miguel de Unamuno üniversitenin rektörü sıfatıyla törene başkanlık ediyordu.

Tören kısa zamanda aşırı milliyetçi ve kana susamış bir havaya büründü. Konuşan bir profesör Bask ülkesi ve Katalonya’yı kansere benzeterek “Faşizm’in usta bir doktor gibi canlı eti keserek bunları itlaf edeceğini” ilan etti. Salondan birisi “¡Viva la Muerte!” (“Yaşasın ölüm!“) diye seslendi. General Millán Astray’in kalabalığı coşturmasıyla salonda “İspanya – birleşmiş, büyük, özgür!” sloganı çınlamaya başladı.

Unamuno yavaşça yerinden kalktı, kürsüye geldi.unamuno-sm

Beni iyi tanırsınız ve uzun zaman sessiz kalamayacağımı bilirsiniz. Bazen sessiz kalmak yalan söylemekle birdir, çünkü sükût ikrar olarak yorumlanabilir… Basklara ve Katalanlara yönelik kişisel hakareti gözardı edeceğim. Bildiğiniz gibi ben Bilbao’da doğdum. Piskopos ise, hoşunuza gitsin gitmesin, Barselona’da doğmuştur, Katalandır. Ama “¡Viva la Muerte!” diye saçma ve ölüsevici bir ant duydum. Hayatımı, yazdıklarımı anlamayanları rahatsız eden paradokslar yazarak geçirdiğim için bu konuda uzmanım, ve bu paradokstan tiksindim.

General Millan-Astray bir sakattır. Ne yazık ki bugün İspanya’da çok sakat var, ve eğer Tanrı bize yardım etmezse daha pek çok olacak. Generalin kitlelerin psikolojisini yönetebileceğini düşünmek bana eza veriyor. Bir sakat, çevresindeki sakatların sayısını artırarak kendini rahatlatmaya çalışıyor.

Millán-Astray “¡Muera la inteligencia! ¡Viva la Muerte!” (“Aydınlara ölüm! Yaşasın ölüm!”) diye bağırarak dinleyicileri galeyana getirdi. Yaşlı bilge Unamuno, tarihe geçen sözlerle devam etti.

Burası aklın tapınağıdır, ben de başrahibiyim. Siz bu kutsal yere küfrediyorsunuz. Kavgayı kazanacaksınız, çünkü kaba gücünüz yeterli. Fakat kalpleri kazanamayacaksınız. Kalpleri kazanmak için ikna etmek, ikna etmek içinse sizin sahip olmadığınız bir şey, akıl ve haklılık gerekir.

Unamuno linç edilmekten Franco’nun karısı sayesinde kurtuldu. On hafta sonra ruhunu teslim etti.

Onlar x çıkardıysa biz 10x çıkartırız” diye sayı yarışına girenlere söyleyeyim: Olabilir, belki kavgayı kazanabilirsiniz. İnsanlara kurşun sıkmaktan, çoluk çocuğun sığındığı otellere, ailelerin yaşadığı evlere gaz bombası atmaktan, tekerlekli sandalyedekilere bile su sıkmaktan çekinmeyen polisleriniz var. Elinde sopalarla terör estiren “dindar ve kindar nesil”iniz var. Sürekli yalan söyleyen medyanız var. Buna karşılık karşınızda, kat kat fazla sayıda olsalar da polise saldırmayı reddeden “terörist”ler var.

935934_398832826901798_484514103_n

Kavgayı kazansanız bile kalpleri kazanamayacaksınız. “Çapulcu”ların kim olduğuna bir bakın: Avukatlar, hekimler, mühendisler, öğrenciler, karikatüristler, doktoralılar, edebiyatçılar, sanatçılar, eğitimli orta sınıf, hatta evi-arabası olan “yuppie”ler. Okuyan, gezen, dünyayı tanıyan genç insanlar. LeMan, Penguen, Uykusuz, 9gag, EkşiSözlük, Zaytung takipçileri.

Park’ta adamlar yüzlerce kitap bağışlayıp kütüphane kurdular, kütüphane! Siz ağaçları kesip tüketim merkezi yaparsınız, onlar ağaçların gölgesine yatıp kitap okurlar. Bunu görmezsiniz, ancak “sidik kokusu”nu duyarsınız. Algınız o kadar.

Adam bir gecede protesto şarkısı yazıyor, klibini çekiyor, ertesi gün internete yayılıyor. Bir palavra atıyorsunuz, bir saat içinde yalanlayan bir fotoğraf, gazete haberi veya video yayılıyor ortalığa.

Siz daha yirminci yüzyıl örgütlenmeleriyle uğraşadurun, adamlar internet kampanyası ile bir günde onbinlerce dolar toplayıp New York Times’a tam sayfa ilân veriyorlar. Kafanızı kaşıyın siz daha bu paraları hangi lobi veriyor diye.

Siz destekçi bulabilmek için bedava ulaşım sağlıyor, üstüne para veriyorsunuz, çapulcular her akşam yol parası vererek, gerekirse yürüyerek gidiyor. Vapurları durduruyorsunuz, onlarca kilometre aşıp köprüden geçiyorlar. Hem de polis şiddeti ve milis tehdidi altında.

page_sabaha-karsi-kopruden-gectiler_478894461

Gezi’de tanıştığım genç bir çift balayından döner dönmez protestoya gelmiş. Biri matematikçi, diğeri elektronik mühendisi, ABD’de yüksek lisans yapmış. İkisi de çokuluslu şirketlerde çalışıyor. Gündüz proje sunumları, finans raporları ile uğraşırken, gece boyunlarında maske, kafalarında kask ile parktalar. Acemiliklerini bir haftada atmışlar, sanki senelerin eylemcisi gibiler. İstisna değiller; pek çok eylemci böyle.

Buna karşılık sizin yanınızdakiler kim? Tekrar tekrar “Tayyip şaşırma sabrımızı taşırma” diye slogan atabilecek kadar bön, “Erdoğan’ın g*tünün kılıyım” diyebilecek kadar kendini aşağılayan, hükümetin CHPli olduğunu zannedecek kadar kafası kıyak.

 

 

Yaparsınız; isterseniz binlerce polis ve askerle Taksim’e etten duvar örer, yine o ağaçları keser, o AVM’yi yaparsınız. Ama kavgayı kazansanız da bizim saygımızı kazanamayacaksınız. Biz size gülmeye devam edeceğiz. Siz en iyi mimar, şehir planlamacısı, jinekolog, öğretmen, çevreci, mühendis, sosyolog, psikolog olduğunuzu zannederken, çırılçıplak ortada olan cahilliğinize bakıp kahkaha atacağız.

Bu günler hafızamıza kazındı. Taksim, Kızılay, Gündoğdu ve daha niceleri için filmler çekilecek, kitaplar yazılacak, şarkılar söylenecek. Gezi Parkı’nın hayaleti elli sene başınızda dolaşacak.

Sonunda tarihteki yeriniz Franco ve hempalarınınkinden farklı olmayacak. Zalim, vandal, kültürsüz kıyıcılar olarak anılacaksınız.

Ne referandumu?

Başbakanın yeni oyalama taktiği referandum lafı. Gezi Parkı’nda kaba güçle, polis vahşetiyle, hakaretle, provokasyonla kazanamayınca, “hadi halk karar versin” dermiş gibi yapacak.

Hiç kusura bakmasın, onun vakti haftalar önce geçti. Mayıs’ın son haftasında Gezi Parkı’nda sakin sakin oturan protestoculara polisi saldırtıp biber gazıyla boğmadan önce teklif edecekti bunu. O zamandan bu zamana eşi benzeri görülmemiş bir polis vahşeti yaşandı, beş insan öldü, yirmi insan kör oldu, binlerce insan yaralandı. Olay Gezi Parkı’nı çok aştı, bir referandumla kapanmaz.

998369_10151594232129130_686962992_n

İkincisi, neyi halka soruyorsun? Eşit halk desteğine sahip iki makul alternatif mi var? Topçu Kışlası ve alışveriş merkezi yapılması için yanıp tutuşan, tencere tangırdatan, yürüyerek köprü geçen, basınçlı suya gövdesini siper eden vatandaşlar mı var? Biber gazıyle nefesi kesilmesine rağmen yılmayarak ağaçların kesilmesi için mücadele eden insanlar mı mevcut?

Üçüncüsü, Türkiye çapındaki Gezi direnişi zaten çoğunluğun azınlığa hükmetmesine isyan olarak çıktı. İnsanlar “Sen daha çok oy aldın diye benim hayatımı keyfine göre düzenleyemezsin” diyorlar. Bu isyanın, referandumun çoğunluk dayatmasını kabul etmesi mümkün mü?

Dördüncüsü, görünüşünün aksine referandum, özellikle Gezi parkı gibi aşırı kutuplaşmış ve oldubittiye getirilmiş bir konuda, demokratik bir yöntem değildir. Anayasa profesörü Erdoğan Teziç şöyle söylüyor:

Başbakan’ın görüşleri doğrultusunda konu gündeme getirilirse, (‘Kışla yapılsın mı yapılmasın mı?’) bu doğrudan doğruya plebisit niteliği taşır. Bir kişinin görüşü doğrultusunda konu belirlenir ve ‘evet ya da hayır’ şeklinde oylamaya sunulursa bunun adı plebisit olur. Buna eğilim yoklaması da denmez. Referandum da denmez. Bir kişiye yönelik tercih yapma anlamına gelir. Bir kişinin görüşleri doğrultusunda konu belirlenip, halk oylamasına sunulursa buna verilecek cevap ‘evet’ ya da ‘hayır’ biçiminde olurken, bu dayatmaya dönüşebilir. Bunun adı plebisit oylama olur. Halk oylaması demokratik olmasına rağmen içeriğinin iyi belirlenmemesi neticesinde bir kişinin görüşlerinin oylanmasına dönüşürse otoriter bir anlayışın oylaması sonucunu doğurur. Bütün tehlike buradadır. Kamu yararından çok siyasi bir tercih yapma anlamına gelir.

Tarihi bir örnek: Nazi Almanyası 1938 Mart’ında Avusturya’yı ilhak eder. Hemen ardından, bu oldubittiye dair bir plebisit yaparlar.

BMlNuWUCQAA9APk.jpg:large

Oy pusulasının tasarımına dikkat edin. Kocaman bir Adolf Hitler yazısının altında büyük bir dairede “Ja” (evet), yanında küçük bir dairede ise “Nein” (hayır). Sonuç %99.7 oranında “Ja”dır. Teziç’in bahsettiğine birebir örnek.

Erdoğan taraftarları referandum (ya da plebisit, ne derseniz deyin) istememeyi “demokrasiden kaçmak, milli iradeden korkmak” diye yorumlasa da, daha önce gördüğümüz AKP uygulamaları bu korkunun tamamen yerinde olduğunu gösteriyor. Twitter “belâ”sı sayesinde, Melih Gökçek’in on yıl önce yaptırdığı rezilâne referanduma dair haberleri görme fırsatımız oldu.

Gökçek, 2003′de Ankara’nın Kızılay meydanında yaya geçitlerinin bariyerlerle kapatılması, yaya geçişlerinin yeraltına alınması konusunda referandum yaptırmıştı. Olabilecek en abes referandum. Ankara Büyükşehir Belediyesi, Güven Park ve Kızılay metrosuna yerleştirdiği 100 sandıkta Ankaralılar oy vermişti. Karar, Gökçek’in isteği lehinde “evet” olarak çıkmıştı. Nasıl çıkmıştı, bakalım:

 

Taktiklere dikkat edin. Bedava otobüslerle oy vermeye adam taşımak, küçük çocuklara bile oy kullandırmak. Bazıları hayatlarında ilk defa Kızılay’a gelmişler, yaya geçitleri ile alâkaları bile yok. Özellikle 2:20′deki adamın “Melih Gökçek’e oy vereceğim” demesine dikkat edin. Neye oy verdiğini bilmiyor, haberi bile yok. Bunlardan korkmayıp da ne yapacağız?

İşte “çoğunluk diktatörlüğü” diye buna diyoruz, “demokrasi sandıktan ibaret değildir” diye bu yüzden söylüyoruz. Kimse kusura bakmasın, neye oy verdiğini bile düşünmekten aciz bindirilmiş kıtalar, Türkiye çapındaki Gezi’cilerin demokrasi ve özgürlük mücadelesinde karar mercii olamaz.

Beşinci ve son olarak, başbakanın işine geldiğinde referandumlara da karşı olduğunu hatırlayalım. 2009′da İsviçre’de camilere minare yapılsın mı yapılmasın mı diye referandum yapılmıştı (dikkat: cami var, minare olup olmaması konuşuluyor). Tayyip Erdoğan “referandum yapılamaz, bu faşizmdir” diye konuşmuştu.

Minarenin doğuştan gelen bir hak olmamasını bir yana bırakalım. Hani sandıktan korkmamak, hani milli iradeye saygı, hani başka ülkelerin işine karışmanın haddi olmaması?

421661_10151453987687405_141905739_n

Boyun eğme

boyun-egme_18544

Ülke yönetmeyi bırakın, apartman yöneticiliği yapacak kadar bile basireti olmadığını ispatlayan Tayyip Erdoğan, baskıya ve dediğim dedikçiliğe hayır diyen insanlara bildiği tek şekilde, tehditlerle ve polis vahşetiyle cevap veriyor. O şiddeti artırdıkça cesur insanların cesareti artıyor, daha sıkı birleşiyorlar. Genç yaşlı, kadın erkek, hepsine tek tek şükran borçluyuz.

Olağanüstü zamanlarda yaşıyoruz. Dün yayılan karamsar bir tweeti ters yüz edersek, şu kadar milyar yıllık evren tarihinde, Türklerin devlet otoritesine böyle büyük ölçekte başkaldırdığı dönemde yaşıyor olmak büyük bir talih.

Eskiden “bir Atatürk çıksa da bizi kurtarsa” gibi laflar çok duyulurdu. Hiç bir zaman sevmedim kahraman beklemeyi. Hem tembellik hem de koyunluk gibi gelirdi, birisi çıksın da bizi gütsün demek. Şimdi herkes birer kahraman; herkes yapabildiği katkıyı yapıyor, herkes kendi iradesiyle “Hayır!” diyor. İnsanlar lidersiz hareket etmekle kalmıyor, liderleri bilinçli olarak reddediyor. Bu olağanüstü birşey.


Hafta sonunda Taksim’de durum sakindi, ama günler süren bekleyiş sinirleri yıpratmış olsa gerek, bir bayrak/flama tartışması yayıldı. Milliyetçiler/Kemalistler minik sol partilerin ve BDP’nin bayraklarına homurdanıyor, diğerleri de aynı nezaketi iade ediyorlardı.

Bekleme daha uzun sürerse insanlar birbirine girer diye korkuyordum ki, Salı sabahı polisin şiddetli saldırısı başladı. İnsanlar daha sıkı kenetlendi, farklarını boşverdiler ve direnmeye devam ettiler. Tayyip Erdoğan’ın aklından ne geçiyor bilmiyorum, ama her hamlesi direnişi güçlendirmeye yarıyor.

Çeşitli bayraklar konusunda kendi hesabıma kararsızdım. Evet, herkesin belli bir görüşü ve aidiyeti var, ancak bu hareket belli bir bayrak altında oluşmadığı için, farklı grupların bayraklarının karşılıklı husumeti körükleyebileceğini düşünüyordum. 2007′nin Cumhuriyet mitinglerinin CHP organizasyonu olarak görülmesi ve başarısız olması gibi bir sonuçtan korkuyordum.

Gezi Direnişi klasikleri arasına giren şu resmi görünce fikrim değişti.

BMeqdewCEAEP5QU.jpg:large

Simgeler önemlidir; insanlar bağımsız bireyler olarak davransalar da, ortak simgeler etrafında kümelenmek isterler. Şimdiye kadar devlet herkesi tek simge olarak Atatürk ve Türk bayrağını kullanmaya zorladı, tabii ki başaramadı. Bu zorlama hem Atatürk’ü hem de ayyıldızlı bayrağı lekeledi, bazıları için zorbalığın sembolü olmasına yol açtı.

Herkes farkını göstersin, kendi partisinin/kimliğinin bayrağını gururla sergilesin. Böylece hepimiz yanı başımızda “öteki”ni görmeye alışalım.

Daha önce birbirini insandan saymayanlar, Gezi Direnişi için yanyana durdukça birbirlerini tanıyor, birbirlerinin hassasiyetlerinden haberdar oluyor, belki de ötekini anlamaya başlıyorlar. Eminim ki kafalar aynı kalmayacak bu olaylardan sonra. Artık Türkiye vatandaşları “birlik ve beraberlik” için tıpatıp aynı olmak gerekmediğini anlıyor.

“Birkaç tane çapulcu”

BLvWT1NCYAIPyD1

Günlerdir haber akışını seyretmekten kendini alamıyor insan. Haber dediysem, başta Twitter elbette. NTV, CNN Türk, Habertürk kanalları, ve ilişkili gazeteler kendilerini çok fena rezil ettiler. İyi de oldu.

Ne gazeteciyim, ne de olayların göbeğindeyim, ama kendimce gördüklerim var, olayları takip etmekten de uyku tutmuyor zaten. Tuttuğum birkaç notu zapta geçireyim.

İki gün önce Tayyip Erdoğan konuştu. Bütün Türkiye’nin ayağa kalkmasına gözünü kapamış olan “haber” kanalları, onun konuşmasını ortak yayınla naklen yayınladılar. Ona göre eylemciler “birkaç tane çapulcu” imiş.

Bu “çapulcu”ların resimleri internette bol bol bulabilirsiniz. Derli toplu derlemelerden biri burada.

31 Mayıs-1 Haziran gece yarısı 01:00′de Erenköy Bağdat Caddesi’ndeydim. Önce yüzlerce, sonra binlerce kişi şarkılarla, “Tayyip istifa!” sloganlarıyla Kadıköy’e yürüdü. Bazıları “cadde çocuğu”, deri ceketli, motosikletli. Bazıları İçerenköy delikanlısı. Bazıları altmışında büyükanne, başka zaman olsa “çocuğum eylemlere karışma” der, ama şimdi evladıyla beraber gecenin bir vakti kilometrelerce yürümeye gelmiş. Ortak yanları bıkkınlıkları, hepsinin “yeter!” demesi. Hayatımda hiç bu kadar heyecan verici birşey görmemiştim.

Yürüdükçe kalabalık arttı. Fenerbahçe stadına geldiğimizde yolun hafif rampası sayesinde kalabalığı bütün olarak görebildim. Yaklaşık on bin kişi olduğunu tahmin ettim. Bir o kadar da İstanbul’un başka semtlerinde olduğunu öğrendim: Altunizade, Ataşehir, Bahçelievler, Bakırköy, Beşiktaş, Yeşilköy,… Ayrıca Ankara, İzmir, Eskişehir, Kocaeli,…

“Birkaç çapulcu”!

Fenerbahçe stadına gelince kalabalık bir grup yürüyerek Taksim’e gitmek üzere otoyola girdi. Köprüden yürüyerek geçtiler.

18b524bb4

bogaz_koprusunu_gectiler_h140099

O gece Türkiye uyumadı. Cumartesi günü İstanbullular yollara döküldü. Kadıköylüler rıhtımı hıncahınç doldurmuştu. Vapurlar arka arkaya geliyor, içinde kıpırdayacak yer kalmayıncaya kadar dolup hareket ediyorlar, yine de kalabalığı eritemiyorlardı.

Dolmabahçe, Maçka sırtları, Gümüşsuyu yürüyen eylemcilerle doluydu. Öğleden sonra Taksim’e ulaşım açılmıştı. Akşamüstüne kadar sadece Taksim meydanı değil, İstiklal ve Sıraselviler caddeleri de tıklım tıklım dolmuştu. Çeşit çeşit insan birarada oturuyorlardı. Meydanda yürünecek yer yoktu.

taksim2

“Birkaç çapulcu”!

Bu arada Beşiktaş’ta polis dehşet saçmaktaydı. Beşiktaş’ta yaşayanlar gazdan kaçanlara yardım ettiler, evlerini açtılar, ilk yardım sağladılar. Ne zaman görülmüş kendi halinde insanların kapılarını birkaç çapulcuya açtığı?

Akşamları her sokaktan gürültüler yükseliyor. Düdükler, vuvuzelalar, kornalar, tencereler…

Bunlar “birkaç çapulcu” imiş. Mızrak çuvala sığmayınca “marjinal gruplar milletimizi kandırıyor”a çeviriyorlar. Şimdiye kadar hangi marjinal grup bu ölçüde bir kitle yaratabildi? Bunu yapabilen bir gruba “marjinal” demek çelişki değil mi?

Gerçek tam tersi. Gezi Parkı direnişi, hiç bir grup tarafından başlatılmaması sayesinde bu kadar büyüyebildi. Burada şimdiye kadar benzeri görülmemiş bir sosyal dinamik çalışıyor. Hiç kimse bu dinamiği tanımıyor, hazırlıksız. Partiler veya diğer organize siyasi gruplar bu yeni kavrama ayak uyduramıyor, halkın gerisinde kalıyorlar.

Her yer Taksim, her yer direniş

Birkaç gün önce içim iyice kararmıştı. Bunalmıştım, herşey üstüste gelmişti. Suriye’yle göz göre göre savaşa gidilmesi, provokasyon olduğu açıkça belli Reyhanlı, içki yasağı, üçüncü köprü, her türlü yağmalama, çalma çırpma. Üstüne bir de başbakanın Salı günkü konuşması geldi, açıkça “dine dayalı kural olsa ne olur” diyerek şeriata kapı açan. Bu yaştan sonra başka memlekette iş aramaya bu sefer kesin karar vermiştim.

Ondan sonra çok acaip birşey oldu.

Hafta başında Taksim’deki Gezi Parkı’na dozerler girdi ve ağaçları sökmeye başladılar. İnşaatlar uzun zamandır devam ediyordu. Parkın yerine çakma bir tarihi bina içine alışveriş merkezi yapılacaktı. Çok tepki çekmişti, ama başbakan kulak asmamıştı. Haberi duyduğumda içim acıdı, ama “ne yapabiliriz ki” diyerek içime attım.

Neyse ki benim gibi düşünmeyen birkaç kişi varmış. Parkta protestoya başladılar, ve alıştığımız üzere polisin biber gazı, basınçlı su ve sopayla kudurmuş gibi saldırmasına maruz kaldılar.

Bunların hiçbiri ilk defa olmuyordu, ama bazen küçük olaylar hiç anlaşılmadık şekilde dev bir çığa dönüşür. Ertesi gün eylemciler yüzlerce kişi, sonraki gün binlerce kişi oldular. Valilik, Belediye, polisler bildikleri tek şekilde cevap verdiler: Şiddet, vahşet, acımasızlık.

Taksim meydanını biber gazı sisi kapladı. 31 Mayıs günü Polis sabahın beşinde parkı basıp uyuyan eylemcileri gazladı, çadırlarını kundakladı. Kaçanların üzerine duvar devrildi, ağır yaralandılar. Polis dağıtmak için değil, mümkün olduğunca büyük zarar vermek için hareket etti. Eylemcileri kaçacak yerleri kalmayacak şekilde sarıp gaz içinde bıraktılar.

İşte o gün herşey değişti.

Onbinlerce insan İstanbul’un her yerinden Taksim’e akmaya başladı. Bunlar her zamanki eylemcilerden değildi, büyük kısmı (benim gibi) hayatta hiç bir siyasi eyleme katılmadan orta yaşa ulaşmış insanlardı. Nasıl yapacaklarını bilmeseler de, protestoya katılmak, eylemcilerin yanında olmak istiyorlardı.

Neydi mesele? Sahiden “üç beş ağaç” mıydı? Tamamen betonlaşan Taksim’de o ufacık park kalsa ne olur, kalmasa ne olurdu. Ama asıl mesele o değil.

Bu eylemin parkı kurtarmak için yapılan bir çevreci protesto olduğunu söylemek, bir ormanı kül eden yangının bir izmaritten çıktığını söylemeye benziyor. Doğru, ama bir yandan da yanlış, çünkü orman yangına hazır olmasaydı kaç izmarit atılırsa atılsın farketmezdi.

İnsanlar bıktılar. Başbakanın kibrinden, dediğim dedikliğinden, her şeyi kendi bilir tavırlarından, ve yobazlığını dayatmasından bıktılar. “Komşu ülkeyle savaşa gireceğiz, çünkü ben öyle istiyorum. İçki içmeyeceksin, çünkü ben öyle istiyorum. Ormanlar kesilecek, HESlerle doğa tahrip edilecek, projelerimize yargı denetimi olmayacak, üç çocuk yapacaksınız, çocuklarınız dindar nesil olacak, bayram kutlamalarını burada yapmayacaksınız, benim aleyhime konuşmayacaksınız, çünkü ben öyle istiyorum.”

İstediğiniz kadar uzar bu liste. İnsanlar “yeter be” dediler artık.

Hem de nasıl dediler. Böyle bir eylemin Türkiye tarihinde eşi olduğunu sanmıyorum. Hiç bir siyasi kimliğin öne çıkmıyor, sadece “yeter ulan” diyorlar. Komünistler, ülkücüler, dindarlar, Kemalistler, mavi yakalılar, beyaz yakalılar, işçiler, profesörler, hepsi bir arada. Gaz atıldıkça geri gidiyor, gaz dağıldıkça ilerliyorlar.

Taksim’deki dükkanlar, pastaneler, oteller eylemcilere kapılarını açıyor, dinlenecek yer veriyorlar, yiyecek ikram ediyorlar. Askeri hastaneden eylemcilere maske veriyorlar. Herkes dayanışma içinde. Türkiye gibi “kaşının üstünde gözün var” bahanesiyle kimsenin birbirini beğenmediği bir ülke için olağanüstü büyük birşey bu.

Sadece Taksim değil, bütün İstanbul, bütün Türkiye ayakta. Dün gece Türkiye uyumadı. Her yerde yürüyüşler, her yerde “Hükümet istifa”, “Her yer Taksim, her yer direniş” sloganları. Yurtdışındaki Türkler de yaşadıkları şehirlerde destek mitingleri yapıyorlar.

Sonucu ne olursa olsun, bu günler tarihe geçti. AKP hükümeti gider gitmez, başka mesele. Ama bir “kırılma noktası” yaşandı. Bugün “devlete karşı gelinmez” zihniyetinin yıkıldığı gündür.

Bu günler konusunda çok şey yazıp çizilecek. Haberleri sosyal medyadan takip edin, gazeteler ve TVler suskun (onların bu utancı da tarihe geçecek).

Bunu yazdığım anda binlerce insan Taksim’e yürümekte. Polis her şeye rağmen Taksim’de aynı zulmü uygulamaya devam ediyor. Başbakan ne olup bittiğini anlayamamış durumda, laf olsun diye eski saçmalıkları tekrarlıyor, ama sinirli ve ne yapacağını bilmez durumda olduğu belli.

Bir halk hareketi ile hükümet ve devlet otoritesinin yıkılması tarihimizde bir ilk. Kendi gücümüzle devlete hayır demeyi öğreniyoruz. Kahramanlardan medet ummayı bırakıyoruz. Askerin bu işten uzak durması çok önemli.

Çok ilginç bir zamanda yaşıyoruz. Olanları iyi takip edin. Torunlarınıza anlatacağınız günler bunlar.

Yeni blog: PythonBilim

Yaz geldi, dersleri bitirdik. Dönem sonu sınavlarını okuyup son notları da verdikten sonra eğlenceli işlerime dönebileceğim. Öncelik elimdeki araştırma probleminde. Gerekli simülasyon programı hazır; önümüzdeki aylarda simülasyonu sistematik şekilde işleyip sonuçları yazılı hale getirmekle meşgul olacağım. Bitirebilirsem buradan duyururum.

Diğer bir planım için bu hafta ilk adımı attım. Python ile bilimsel programlama konularını işleyen PythonBilim isimli bir bloga başladım. İlk yazılar temel Python programlama ile ilgili olacak, daha sonra sayısal analiz ve hesaplamalı bilimle ilgili konulara gireceğim. Aslında, birbiri üzerine eklenen bir ders notu demeti hazırlamak istiyorum.

Malum, marifet iltifata tabidir. İlgilenenlerin hatalarımı ve eksiklerimi bildirmesinden, yorum yaparak veya konuk yazar olarak katkıda bulunmasından mutluluk duyarım.

PythonBilim projesi sebebiyle muhtemelen bu bloga eskisinden daha seyrek yazmak zorunda kalacağım.

Tekrarlanabilir araştırma ve Rogoff-Reinhart olayı

Tekrarlanabilir Araştırma“nın (Reproducible Research olarak da bilinir) ana fikri çok basit: Hesaplamaya dayalı bir bilimsel çalışma yaptıysanız, hazırladığınız bilgisayar programını da makaleyle beraber herkese açıkça sunacaksınız.

Bu fikri ilk duyduğumdan beri “e haliyle” diyordum. Sonuçlarınızı nasıl elde ettiğinize dair her ayrıntıyı vermezseniz, okuyanlar doğru iş yapıp yapmadığınızı nasıl kontrol edebilir? Öte yandan bu fikre pek ısınamayanlar var. Sebepler muhtelif, ama en çok “ne uğraşacağım” tavrı ağır basıyor.

Teorik bir çalışmayı anlatan makalenizde, o sonuca nasıl ulaştığınızı ayrıntıyla göstermeniz, yani ispat etmeniz beklenir, böylece gerek hakemler, gerek okuyanlar sizin düşünce zincirinizi takip edebilir ve yaptığınız hataları tespit edebilir. Oysa hesaplamalı çalışmada kullandığımız bilgisayar programını vermesek de olabiliyor nedense.

Matematikçi Randall J. LeVeque, “Top Ten Reasons To Not Share Your Code (and why you should anyway)” başlıklı eğlenceli yazısında, teoremlerin ispatsız olarak yayınlandığı alternatif bir evren hayal ediyor. Kaynak kodlarını yayınlamamak için öne sürülen bahanelerin, teorem ispatlarını yayınlamamak için de kullanılabileceğini anlatıyor ve bu bahanelerin komikliğini gösteriyor.

Kod paylaşmaya karşı isteksiz tavır yakında değişebilir, çünkü birçok bilim alanında Tekrarlanabilir Araştırma talepleri artmaya başladı. Sözgelişi, Lior Shamir ve çalışma arkadaşları, ArXiv’deki “Practices in source code sharing in astrophysics” başlıklı makalelerinde, bir çalışmanın yayına kabulü için, kaynak kodlarının da yayınlanmasının şart koşulması gerektiğini savunuyorlar.

Science, Nature gibi en üst seviye dergiler bunu uyguluyor bile. On yıla kadar bütün ciddi dergilere yayılması mümkün. Yakında makalenizi yazarken programcılık disiplinine dikkat etmeye başlamanız, hakemlik ederken de kod okumaya hazırlıklı olmanız gerekebilir. Bu konularda Software Carpentry sitesi çok faydalı bir kaynak.


Birkaç hafta önce makroekonomi alanında patlayan Rogoff-Reinhart makalesi tartışması, hesaplamalı çalışmanın açıkça sunulmamasının yaratacağı sonuçları çok çarpıcı şekilde gösterdi. Ayrıntıları Güven Sak’dan veya BBC haberinden okuyabilirsiniz. (Aykut Kibritçioğlu bu konuda çok etraflı bir okuma listesi tutuyor.) Özetle, Rogoff ve Reinhart’ın 2010′da yayınladıkları makale, devlet harcamalarının azaltılmasını isteyenlerin ekmeğine yağ sürmüş. Ancak, yazarların kullandığı Excel tablosunda bazı ülkelere dair veriler yanlışlıkla hesaba katılmamış, bu da ana çıkarsamanın yanlış olmasına yol açmış.

Rogoff-Reinhart çalışması boğazına kadar politik tartışmalara batmıştı, o yüzden bu hata çok yankı uyandırdı. Oysa çalışmayla beraber ilgili veri (Excel dosyası) yayınlanmış olsaydı ve ilgili herkes en baştan beri kolaylıkla inceleyebilseydi, bu hata daha önceden bulunabilirdi. Gereksiz siyasi tartışmalar yine olurdu belki (siyasi tartışmalar akla dayanmaz zaten; insanlar önce bir fikir benimser, sonra o fikri destekleyecek bir şeyler bulurlar), ama yazarların itibarı bu kadar zedelenmezdi.

Bilgisayar bilimci Daniel Lemire, ciddi işlerde neden Excel kullanmamamız gerektiğini güzelce yazmış. Hesap tablosu mantığı programlama disiplinine uymaz, hataları bulmak çok zordur. Bilimsel hesap yapacaksanız C, Fortran, Java, Python, R gibi ciddi bir dil kullanmalısınız.


Kişisel bir tecrübe: Bir süre önce uzay fiziği alanında bir makaleye hakemlik yaptım. Çalışma, özel bir manyetik alan modelinde yapılan simülasyonların sonuçlarını aktarıyordu. Kullanılan kaynak kodu verilmemişti, hatta daha önce yayınlanmış olan manyetik alan modelinin kaynak kodunu da internette bulamadım.

Çalışmada bazı zaaflar buldum, yazdım, raporun sonuna da kullanılan programların da paylaşılması gerektiğini, böylece ilgili kişilerin sonuçları tekrarlamasının mümkün olacağını yazdım. Cevaben, isteyen herkese programı gönderebileceklerini, ama kodda birçok zor kısım olduğunu ve diğer kullanıcıların yardımsız çalıştırmalarının zor olacağını yazdılar. “Yardımsız çalıştırılabilecek hale getirin o zaman” demenin faydasız olacağı belliydi, üstelemedim.

Metodik hata olduğunu düşündüğüm bazı noktalara üstünkörü cevap vermişlerdi. Bazı kavramsal hataların yanı sıra, simülasyonları kabul edilemeyecek kadar büyük miktarda sayısal hata içeriyordu. Anlaşıldı ki, 4. derece Runge-Kutta gibi ancak orta derecede doğruluğu olan bir yöntem kullanmışlardı. Üstelik bunlar fasulyeden adamlar da değillerdi; birinci yazar NASA’da çalışıyordu. Makaleyi reddettim, ama bir süre sonra değişikliklerle tekrar geldi. Az daha düzgün bir sayısal yöntem kullanmışlardı, hata payı daha azdı. İtiraz etmek için somut bir sebebim olmadığından, içime tam sinmese de kabul ettim.

Acaba kaynak kodunu inceleyebilseydim, veya hiç olmazsa sonuçları tekrar üretebilseydim başka neler bulurdum merak ediyorum. Kaynak kodunu paylaşma isteksizliğinin bir sebebinin, örtbas edilmiş eksikliklerin keşfedilmesi korkusu olduğundan şüpheleniyorum.

Molecular Workbench ile molekül dinamiği simülasyonları

Molecular Workbench (MW) atomlar ve moleküller arası etkileşimlerin ve mikroskopik süreçlerin simülasyonu için geliştirilmiş, epey yetenekli, açık kaynaklı bir Java programı. JDK kurulu her platformda çalışabiliyor. Linux’da çok kolay kurdum, Win ve MacOS’da da kolay olacağını tahmin ediyorum.

MW yazılımı Web üzerinden hazır simülasyon sayfalarına erişip onları çalıştırabiliyor. Yüzlerce örnek simülasyon var. Birçok fiziksel sürecin atom seviyesinde nasıl işlediğini öğretmek için özenle hazırlanmışlar. Sözgelişi, üç boyutlu bir cismin atomlarının titreşimlerini gözleyebilir, sıcaklığı artırarak katıdan sıvıya, sıvıdan gaza geçişi gözleyebilirsiniz.

kristal

MW’i üreten Concord Consortium, Google’dan aldığı bir bağışla “Next Generation Molecular Workbench” sistemini hazırlamış. Buradaki örnekler Java ile değil, HTML ve JavaScript ile hazırlanmış. Bu simülasyonların içinde kayboldum gittim. Malzemelerin mukavemeti, gazların difüzyonu, su molekülleri arasındaki hidrojen bağları, temel gaz yasaları, protein katlanması ve daha nice fiziksel sürecin işleyişini moleküler seviyede seyretmek mümkün. Yalnız, Firefox’un son versiyonlarında çok yavaş işliyorlar. Chrome’un performansı daha iyi.

“Klasik” (Java) MW’ya dönersek: MW’nin kaportasının altında güçlü bir fizik motoru var. Atomlar/moleküller arasında van der Waals, Lennard-Jones, veya elektrostatik kuvvetlerin etkisi simüle edilebiliyor. Ayrıca yerçekimi, dış elektrik alan veya dış manyetik alan kuvvetleri de tanımlanabiliyor.

MWsalt

Kuantum etkileri de MW motoruna dahil edilmiş. Bir duvara doğru gelen elektronun tünelleme etkisiyle kısmen diğer tarafa geçişini, veya yaklaştırılan iki atomun elektron bulutlarının kaynaşarak kovalent bağ oluşturmasını seyredebilirsiniz. Atom-foton etkileşimleri de yazılıma dahil edilmiş. Çok büyük organik moleküller ayrı bir parçacık olarak sisteme eklenip “mezoskopik” simülasyonlar da yapılabiliyor.

MWtunneling

Tek tek yazmakla bitmez. En iyisi, her biri belli bir konuyu anlatmak üzere dikkatle hazırlanmış yüzlerce simülasyona bir göz atın. Hem MW’in yapabileceklerini görürsünüz, hem de çok zevkli zaman geçirirsiniz.

MW yazılımını kullanarak sıfırdan başlayarak kendi simülasyonlarınızı geliştirebilirsiniz. Molekülleri gösteren pencerenin çevresine çeşitli ayar bileşenleri, grafik kutuları koyabilir, metin kutuları ile açıklamalar ekleyebilirsiniz. Simülasyon penceresine öntanımlı atomlar ve molekülleri tıklayarak yerleştirebilirsiniz. Bununla basit deneyler yapabilirsiniz ama daha karmaşık durumlarda düzenli bir ilk durum yaratmak, çok sayıda atoma ince ayar yapmak gibi ihtiyaçlarınız olacaktır. Bu tür işler için MW’in kendine özgü script dilini kullanabilirsiniz.

MWmagbottle

MW çok gelişkin ve gitgide daha da geliştirilen bir fizik sistemi. Yeni simülasyonlar üretmek isteyenler için kapsamlı yardım belgelerini mevcut. Harcadığınız zamanın karşılığında olağanüstü güzel ve öğretici simülasyonlar hazırlama imkânı kazanırsınız. MW’nin bilimsel araştırma için kullanılabileceğini zannetmiyorum – bu iş için daha gerçekçi ve hızlı yazılımlar var – ama konferans sunuşlarında veya bloglarda kullanılabilecek simülasyonlar hazırlamak için birebir.

Simülasyon hazırlamak istemiyorsanız bile MW kütüphanesindeki simülasyonları çalıştırıp seyredin. Derslerdeki fizik ve kimya süreçlerinin gözünüzün önünde canlanması çok heyecan verici.

MW_heatflow

Dinsiz otistiklere din terapisi

Aslında bugün çok güzel bir fizik simülasyon programı hakkında yazacaktım, heyhat, memleketin abuk subukluğu yine yakama yapıştı. Aldırma geç desem, içim rahat etmeyecek. Neyse, yarın tatil nasılsa, blogda fazla mesai yaparım.

Gazete haberine göre, Adana Otistik Çocuklar Sağlık ve Eğitim Derneği Başkanı Sosyolog Fehmi Kaya “Otistik çocukların beyinlerinde inanç alanı olmadığı için Allah’a inanmayı bilmiyorlar” demiş, ve devam etmiş:

Otistik çocuklara uygulanacak farklı terapi yöntemleriyle, çocukta farkındalık yaratmak gerekiyor…. bir yaratan olduğunu insanların buna inanıp ibadet ettiğini anlaması, kavraması, içselleştirmesi gerekiyor. Böylece beyinlerinde inanç alanı oluşturulabilir.

Araştırmacılar ABD ve Kanada da, ateizmin, otizmin bir farklı versiyonu olduğunu söylüyor.

Habere göre, dernek ve Yüreğir Belediyesi’nin ortak çalışmasıyla otistik çocuklara ücretsiz terapi merkezleri açılacak, burada otistik çocukları inançlı çocuklar haline getireceklermiş.

Neresinden tutsam bilemedim ki.

Bir kere beyinde “inanç alanı” diye bir yer yok. Hadi diyelim, beyinlerinin bunu yapmaya elverişli olmadığını kastediyor. Otizm terapiyle iyileştirilebilecek bir hastalık değil ki. Terapide yapılan şey, kişinin özel durumuna uyum sağlayan özel bir eğitim vererek hayata katılmasını sağlamak.

Otistiklere yardım ettiğini iddia eden bir derneğin, onları üretken ve bağımsız kılmaya değil de inançlı olmalarına öncelik vermesi çok mutsuz edici. Fehmi bey hayatın sillesini yemiş çocukları kafalarının alamayacağı bir şeye zorlayacağına, onları yeteneklerine uygun şekilde hayata nasıl katabileceğini düşünmeli. Uygar ülkeler, otistiklerin aşırı dikkat ve sistemlilikleri sayesinde topluma üretken bir birey olarak katılmalarını sağlıyor.

Otizm ile dindarlık arasındaki ilişkiyi inceleyen araştırmalardan biri Caldwell-Harris vd.’nin 2011′de Cognitive Science Society konferansında sundukları Religious Belief Systems of Persons with High Functioning Autism başlıklı bir çalışma. Bu çalışma tek değil elbette, daha çok var, ama temel bilgi edinmemiz için yeterli (makaleyi bulan Yusuf Arslan‘a çok teşekkürler).

Bütün otistikler Yağmur Adam gibi değil. Aslında tercih edilen terim Autism Spectrum Disorder (otizm yelpazesi bozukluğu diye çevrilebilir). Tamamen içine kapalı, iletişim kuramayan, en ufak değişikliklerden bile şiddetle korkan en ağır durumların yanı sıra, başkalarına biraz “acaip” gelseler de toplum içinde yaşayabilen “high functioning” (işlevsel) durumlar da var. Bu ikisinin arasında neredeyse sonsuz değişik durum olabiliyor. Otizmin hafif hallerine Asperger sendromu da deniyor.

Otizm yelpazesinin bir ucu o kadar “normal”e uzanıyor ki, insan otizmin bir hastalık olup olmadığından şüphe ediyor. En tanınmış otizm araştırmacılarından Simon Baron-Cohen Autism Spectrum Quotient (otizm katsayısı – AQ) adı verilen bir test hazırlamış. Bu teste göre, yüksek derecede matematiksel yeteneğe sahip olanların AQ’su ortalamanın üstünde çıkıyor.

Grup ortalamaları olarak AQ sıralaması şöyle: Otistikler > Asperger’liler > matematikçiler > fen bilimciler > öğretim üyeleri > bütün erkekler > bütün kadınlar.

Akıllı insanların hepsinin hafifçe otistik olduğunu söylemek yanlış olur, ama otizme yol açan özelliklerin, teorik düşünme yeteneğini kuvvetlendirdiği kabul ediliyor. Bunun muhtemel bir sonucu olarak sözgelişi Silikon Vadisi gibi matematiksel düşünme yeteneği olan insanların yoğunlaştığı yerlerde daha çok otistik çocuğun doğduğu görülüyor. Bu yetenekli insanların bazılarının AQ’su yüksek. Otizmin büyük ölçüde genetik olduğu, bu yüzden hem anne hem babanın AQ’sunun yüksek olması halinde çocuklarda otizmin daha sık görülebileceği düşünülüyor.

Baron-Cohen’e göre otizm bir “aşırı sistemlilik” durumu. Otistiklerin bazılarının üstün yetenekleri de bununla ilgili. Otistikler ayrıntılara aşırı dikkat ediyorlar, ayrıca “böyleyse şöyledir” şeklinde kurallar geliştiriyorlar. Çok akılcılar. Bu özellikleri bazı alanlarda üstün başarı getirebiliyor, ama aşırıya kaçması düşünmeye sekte vurabiliyor. İleri derecede otistik olanlar o kadar çok ayrıntı görüyorlar ki, nesneleri kategorize edemiyorlar. Meselâ “iskemle” kavramını oluşturamıyorlar, çünkü onlar için her iskemle birbirinden çok farklı. Kurallara aşırı bağlanmaları ise, çevrelerindeki en küçük değişiklikte bile sinir krizi geçirmelerine sebep olabiliyor.

Yani, otizme sebep olan neyse, baharat gibi küçük dozda bulunduğunda bilimsel düşünmeyi kuvvetlendiriyor, fazla olduğunda ise her şeyi berbat ediyor.

Fehmi beyin şikayetine dönersek: Otistikler ateist olabiliyor, çünkü sistemli kurallar çerçevesinde düşünmeleri onları rasyonel kılıyor. Rasyonel düşünen hiç kimse, otistik olsun olmasın, “Allah vardır, çünkü ben var diyorum” argümanını kabul etmez.

Fehmi bey rasyonelliği bir beyin sakatlığı zannediyor. Başkalarının inandığını göstererek rasyonel bir bireyi inanmaya ikna edebileceğini sanıyor. Bence asıl bozukluk onun beyninde, ama endişe etmesin, tedavisi var. Bir süre mantık ve matematik okursa muhakemesi düzelecektir.

Peki tersi doğru mu, yani ateistler otistik mi? Caldwell-Harris vd.nin çalışmasında, dindar olmayan bireylerin AQ’su, dine inananlardan daha yüksek çıkmış. Bunun sebebi de AQ’su yüksek olanların daha rasyonel olmasıdır muhtemelen. O zaman belki ateistler gerçekten nispeten otistik olabilir.

Peki ne olmuş? Biyolog Temple Grandin’in, Fields madalyalı matematikçi Richard Borcherds’in, Nobel ödüllü iktisatçı Vernon Smith’in otistik olmaları, onların bilimsel çalışmalarını geçersiz kılıyor mu? Dinsizlerin otistik olması dinin doğruluğunu ispatlamaz. Hatta, otistiklerin dikkatli ve sağlam düşündüklerini göz önüne alırsak, dinin doğruluğundan şüphelenmemiz için bir sebep daha sağlar.

Suç işliyorum!

Bir yıl önce Fazıl Say yazdığı ve aktardığı tweetler sebebiyle mahkemeye verilmişti. Bugün mahkeme sonuçlandı ve Fazıl Say 10 ay hapse mahkum edildi.

Yani, inanmadığını söylemek, dinsiz olmak, artık hapisle cezalandırılıyor.

Hakaret makaret hikaye. Gözü olan herkes yazılanlarda hakaret filan olmadığını görür. Şunu artık açıkça öğrenmemiz gerekiyor: Düşünce özgürlüğü hoşa gitmeyen fikirler içindir. Hoşa giden fikirlerin özgürlüğünün korunması zaten gerekmez.

Fazıl Say beş yıl boyunca denetim altında; bu süre içinde “suçunu” tekrarlamazsa, dilini tutarsa, hapse girmeyecek.

Ama diğerleri, siz, ben, aynı keskin kılıcın altında yaşıyoruz. Biz dinsizlikten hüküm giydiğimizde haberlere konu olmayacağız, dünya kamuoyu bizim için imza toplamayacak. Nitekim bugün küçük bir haber daha vardı gazetede: Bir Facebook kullanıcısı, Muhammed’e hakaret ettiği iddiasıyla, alâkasız bir Facebook kullanıcısı tarafından mahkemeye verilmiş ve mahkum olmuş.

“Halkın bir bölümünün benimsediği dini değerleri aşağılama” suçundan hüküm giyenler nedense hep inanmayanlar. Oysa Aleviliği, Hıristiyanlığı, Yahudiliği, veya hiç bir dini benimsemeyenleri düzenli olarak aşağılayanlara, ama gerçekten iğrenç şekilde aşağılayanlara, hiç ceza verildiğini görmüyoruz. Veya şunlara:

Fazıl Say'ın tahrik ettiği masum gençler

Şu yukarıdakiler değil de Fazıl Say’ın söyledikleri suç sayılıp cezalandırılıyorsa, mahkemeler adaletten iyice uzaklaşmış demektir. Aynı suçu şimdi de ben işliyorum. “Suçu ve suçluyu övmek” suçunu yukarıda işledim zaten; bir de dinsizlik suçu işleyeyim.

Hiç bir dine inanmıyorum. Başkaları neye inanırsa inansın, ben onlarla aynı şeye inanmak zorunda değilim, susmak zorunda da değilim.

“İnanca saygı” denen şey kabul etmek ve susmak değil, kimseye inancından ve düşüncelerinden dolayı zarar vermemektir. Yani “saygı” bekleyenlerin yaptığının tam tersidir.

Tanrı/Allah/Yehova/Zeus/Odin/Brahma yoktur, din yalandır.

Madem Ömer Hayyam şiirlerini aktarmak suç, o da eksik kalmasın. Sabahattin Eyuboğlu’nun çevirisinden.

Dilerim ölünce şarapla yıkanayım
Şarap şiirleriyle talkınlanayım
Mahşer günü arayan olursa beni
Meyhanenin önündeki topraktayım.

Benden Hayyam’ a selam söyleyin demiş peygamber;
Sözlerimi yanlış anlamışsa çiylik eder:
Ben şarabı herkese haram etmiş değilim ki
Hamlara haramdır, doğru, ama olgunlar içer.

Bu dünyadan başka bir dünya yok, arama;
Senden benden başka düşünen yok, arama!
Vaz geç ötelerden, yorma kendini:
O var sandığın şey yok mu, o yok arama!

Şarabım, kasem, sevgilim, bir de çimen;
Bırak bana bunları, al cenneti sen.
Cehennemmiş, kuru laf bunlar:
Kim gitmiş cehenneme, kim dönmüş cennetten?

Seccadeye tapanlar eşek değil de nedirler?
Küfelerle riya çamuru yüklenirler gezerler.
İşin kötüsü, din perdesi arkasında bunlar,
Müslüman geçinirken gavurdan beterdirler.

Sen sofusun, hep dinden dem vurursun;
Bana da sapık, dinsiz der durursun.
Peki, ben ne görünüyorsam oyum:
Ya sen? Ne görünüyorsan o musun?

Dert çekme boşuna, hep gül de yaşa;
Zulüm yolunda hakkı bul da yaşa;
Sonu yokluk madem bu dünyamızın
Yok bil kendini, özgür ol da yaşa.

Putların, Kabenin istediği: Kölelik;
Çanların, ezanın dilediği: Kölelik;
Mihraptı, kiliseydi, tespihti, salipti
Nedir hepsinin özlediği? Kölelik.

Ek: Yukarıda “Düşünce özgürlüğü hoşa gitmeyen fikirler içindir” yazdığımda elbette orijinal bir söz etmediğimin farkındaydım. İşin komiği bu sözü daha bir ay önce, “Türkiye’de İfade Özgürlüğü” konulu (fantastik edebiyat konferansı olsa gerek) toplantıda Adalet Bakanı da söylemiş:

Hoşa gitmeyen, rahatsızlık veren, hatta şoke eden fikirlerin, en az zararsız ve etkisiz gibi görülen, makul ve makbul sayılan fikirler kadar hoşgörüyle karşılanması gerekir.

Ardından Yargıtay başkanı:

İfade özgürlüğü sadece lehte olduğu kabul edilen veya zararsız görülen veya ilgilenmeye değmez bulunan haber ve düşünceler için değil aynı zamanda aleyhte olan, çarpıcı gelen ve rahatsız eden düşünceler için de uygulanmalıdır. Bunlar, çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin gerekleri olup, bunlar olmaksızın demokratik toplum olmaz.

Ben ne söylerim, tamburam ne çalar?

Tabii standart sığınak, “efendim yargıçlar bağımsızdır, biz karışmayız”. Bunun gerçek olmadığı, yargının bütünüyle hükümetin denetimine girdiği biliniyor. Özel emir göndermeye gerek yok artık; başbakanın söylediği sözlerin tonuna bakarak hüküm veriliyor.

Göstermelik olarak kapatırlar bu işi nasılsa. Meselâ Yargıtay kararı bozar, görüntü kurtarılır. Ama Fazıl Say gibi tanınmış olmayan insanlar ne olacak? Onların tepesindeki mahalle baskısı sopası kalkacak mı?

Physion – fizik simülasyon yazılımı

Etkileşimli fizik simülasyonlarına ihtiyaç duyduğunuzda kullanabileceğiniz birkaç yazılım var. Bu yazılımlarda, bir grafik arayüz içinde fare kullanarak cisimler yaratabilir, bunlara ilk hızlar verebilir, dönmelerini sağlayabilir, çarpıştırabilir, çeşitli kuvvetler arasındaki hareketlerini seyredebilir, konum veya hızın zamanda nasıl değiştiğinin grafiğini gerçek zamanlı olarak çizdirebilirsiniz.

Physion bu yazılımlardan biri. Windows ve Linux’a kurulabiliyor. Linux’da kurma işlemi sıkıştırılmış bir dosyayı indirip açmaktan ibaret, çok kolay. Grafik arayüzü Qt ile hazırlanmış. Cisimlerin hareket ettirilmesi, çarpışmaların tespiti, sürtünme vs. gibi ise, oyunlarda fizik kurallarına uygunluk sağlamak için kullanılan “fizik motor”larından biri olan Box2D ile sağlanmış.

Physion sadece iki boyutlu (x-y düzleminde) simülasyonlar yapabiliyor. Şu kısa videoda Physion’un etkileşimli kullanımını görebilirsiniz.

 

Bu sistemle eğitici simülasyonlar hazırlanabilir. Meselâ, düz olmayan bir arazide ilerleyen basit bir (dört çeker) araba.

 

Burada da, merkezi (iki cisim arasındaki çizgi doğrultusunda) bir kuvvet altındaki harekete örnek olarak, bir uydunun Dünya çevresindeki hareketi simüle edilmiş.

 

Çeşitli karmaşıklıkta birçok örnek program Physion ile beraber geliyor. Biraz çabayla çok ilginç ve eğlenceli fizik simülasyonları üretebilirsiniz.

Physion’un şimdilik zayıf kalan tarafları da var. Sözgelişi, kopyala-yapıştır özelliği yok. Fareyle yarattığınız bir nesnenin kopyalarını hızlı bir şekilde üretemiyorsunuz. Dahası, tasarım aşamasında (yani simülasyon başlamadan) fareyle nesnelerin yerini değiştiremiyorsunuz. Etkileşimli olarak düzenli bir sistem oluşturmak bu yüzden çok zahmetli. Herhalde fiziksel sistemlerin bir betik (script) ile oluşturulması tercih edilmiş.

Program içinde bir komut arayüzü (konsol) açıp nesneleri Physion’un ECMAScript temelli diliyle tanımlayabiliyorsunuz. Yazılımın gücünü tam olarak kullanmak ancak böyle mümkün. Ancak belgelemede eksiklikler var. Konsolda arka arkaya komut yazarak nesneler yaratmak yerine komutların bir dosyadan alınması çok daha kolaylık sağlar. Ne yazık ki bu konu yardım ekranında ve wiki sayfasında belgelenmemiş.

Bütün cisimler katı. Elastik cisimleri, birçok küçük küpü aralarında yaylarla birleştirerek simüle edebiliyorsunuz.

Sadece iki çeşit kuvvet kullanmak mümkün görünüyor: Sabit kuvvet (yerçekimi gibi), ve iki cisim arasında merkezi bir kuvvet. Bu merkezi kuvvet sabit büyüklükte mi, uzaklığın karesiyle azalıyor mu, örneklerden pek anlayamadım, ama sabit olduğundan şüpheleniyorum. Yani genel fizik simülasyonları için gereken çeşitli kuvvetleri kullanmak mümkün değil. Sözgelişi bir elektrik veya manyetik alan tanımlayamıyorsunuz. Genel bir potansiyel alanındaki hareketi simüle etmeniz de mümkün görünmüyor.

Physion şimdilik sadece sabit ve düzgün yerçekimi altında çalışan sistemleri simüle etmek için uygun görünüyor. Bu kısıtlama altında, script yazmakla ilgili sorunlar da giderilirse, çok ilginç ve öğretici simülasyonlar hazırlamak mümkün.

OpenStax, Processing

Geçen hafta TÜBİTAK’ın açık ders kitapları için proje çağrısından bahsetmiştim. Güzel bir teşvik; amacına ulaşırsa sadece Türkçeye yeni teknik kitaplar kazandırmakla kalmayacak, etkileşimli eğitim malzemelerini de çoğaltacak.

Bu arada aklıma bir alternatif daha geldi. Rice Üniversitesi’nin OpenStax College projesi çeştili alanlarda açık erişimli ders kitapları hazırlıyor. Bu kitaplar ciddi bir incelemeden geçerek yüksek bir kaliteyle yazılmış. Bir üniversite dersinde rahatça ana kitap olarak kullanılabilirler. Şimdilik fizik ve sosyoloji kitapları hazır, biyoloji ve anatomi konularında üç kitap yakında çıkacak.

Daha dar kapsamlı ve küçük ölçekli, ama yine özenle hazırlanmış bilgi kaynakları yine Rice’ın Connexions projesinde bulunabilir.

Sıfırdan kitap yazmak yerine, Creative Commons lisanslı bu kitaplar tercüme edilebilir, etkileşimli malzeme eklenerek zenginleştirilebilirler. TÜBİTAK’ın şartnamesine uymaz tabii; ayrı bir çalışma olacak. Dahası, hazırlanan etkileşimli malzeme orijinal kitaba da eklenebilir. Böylece dünya çapında bir hayır işlemiş olursunuz.

Java üzerine inşa edilmiş bir görsel programlama çerçevesi olan Processing programlama diliyle yeni tanıştım. Henüz öğrenme fırsatım olmadı ama görsel olarak çok etkileyici uygulamalar hazırlanabiliyor. Hazırladığınız yazılımı JavaScript ve HTML5 canvas elementine dönüştürüp web sayfası veya EPUB belgesi içine ekleyebiliyorsunuz.

WordPress.com betik eklemeye izin vermediği için bu sayfaya bir örnek koyamıyorum ama şurada güzel bir uygulama var.

Processing ile programlamayı öğreten bir video dizisinin ilk bölümünü buradan seyredebilirsiniz.

Daniel Shiffman’ın “The Nature of Code” kitabı tam da bu yaklaşımla hazırlanmış. Kitapta biraz fizik, biraz karmaşık sistemler, biraz simülasyon var. Shiffman’ın asıl amacı programlama öğretmek; bunun yüzden kitapta Processing kodları ve animasyon/simülasyonlar yanyana. Hem etkileşimli kitaplara örnek olan, hem de Processing öğreten için harika bir e-kitap.

Processing’den ve “The Nature of Code”dan haberdar olmamı sağladığı için Emre Sevinç üstadıma teşekkürler.

TÜBİTAK’tan e-kitap proje çağrısı

TÜBİTAK bir hafta önce üniversite düzeyindeki derslere yönelik e-kitaplar hazırlanması için bir proje çağrısı yayınladı. Çeşitli fen ve matematik dersleri için hazırlanacak e-kitapların animasyon, simülasyon ve etkileşimli yazılımlarla desteklenmesi isteniyor. Proje kapsamında üretilen e-kitaplar açık erişimli malzeme olarak herkesin kullanımına sunulacak.

TÜBİTAK kitabın üretim masrafları (etkileşimli uygulama, video, animasyon, simülasyon hazırlama gibi) için 120 000 TL’ye kadar destek veriyor. Ayrıca kitap için 50 000 TL’ye kadar telif ücreti verilecek; bu ücret yazarlar arasında paylaşılacak.

Desteklenecek dersler:

  • İstatistiğe giriş 1-2,
  • organik kimya,
  • organik kimya (diğer bölümler),
  • mikro ekonomiye giriş,
  • mikro ekonomi 1-2,
  • eğitim bilimlerine giriş,
  • temel kimya,
  • genel kimya 1-2,
  • makro ekonomiye giriş,
  • makro ekonomi,
  • malzeme biliminin temelleri 1-2,
  • diferansiyel denklemler,
  • genel biyoloji 1-2,
  • temel lineer cebir,
  • lineer cebir
  • kalkülüs 1-2,
  • muhasebe 1-2,
  • sosyolojiye giriş,
  • bilişim teknolojileri,
  • bilişim teknolojileri uygulamaları,
  • fizik 1-2,
  • statik-mukavemet.

Başvuru sürecinin ayrıntıları ve şartnameler burada. Proje başvuruları için son tarih 14 Haziran. Başvuruda kitabın örnek iki bölümünün yayına hazır olarak (konu sonu soruları ve çözümleri, kaynakça ve dizin dahil olmak üzere, sayfa düzeni tam olarak) teslim edilmesi gerekiyor. Kabul edilirse, 18 ay içinde bitirilmesi şart.

Şartnamede kitapların EPUB3 formatında olması isteniyor. Etkileşimli uygulamalar ise HTML5 ile hazırlanmalı. Çok şey isteniyor, bir tek yazarın altından kalkabileceği gibi bir iş değil.

Kitapların kapsamı her konu için ayrı ayrı belirtilmiş. Doğrusu bu kapsamda ve bu kadar zengin içerikli kitaplar üretmek için 18 ay pek yeterli gibi gelmedi bana. Üç beş kişilik bir grupla yazmak lâzım, o zaman da bölünen telif ücreti teşvik edici olmaktan çıkabilir.

Yine de iyi bir girişim; çok güzel ve yararlı kitaplar üretilmesine vesile olabilir. Ders kitabı yazma isteğiniz varsa, başlamak için iyi bir zaman.